Hafta sonu yapılan “Bediüzzaman ve Demokrasi” panelinde demokratik hukuk devletinde adalet için Bediüzzaman’ın Kur’ân’dan alıp tebliğ ettiği adalet reçetesi ve hukuk felsefesi ile ilgili olarak şunları söyledik:
1. Kâinatta Allah’ın adaleti iki türlü tecelli eder: Haklıya hakkını vermek ve suçluya cezasını vermek.
Allah’ın herkese ve herşeye hakkını tam olarak verdiğine bütün kâinattaki denge ve merhamet şahittir. Zalimlerin başına bu dünyada gelenler de Allah’ın suçluya cezasını ahirette tam olarak vereceğini gösterir.
2. İnsan Allah’ın isim ve sıfatlarını ve bilhassa ism-i azamı kulluk şuuruyla tecelli ettirebildiği ölçüde “büyük insan” olur.
Bunun için de insanın; her işine olduğu gibi hükmetme vazifesine de mana-yı harfî ile bakabilmesi ve “kendi nefsi” ya da “kamunun nefsi” için değil, Rahman ve Rahim olan Allah adına ve “Allah için” hükmedebilmesi gerekir.
3. Nazar ve niyet aynı olduğu sürece, insanlar arasında adaletle hükmederek ism-i azamdan olan Âdil ismini tecelli ettiren kaymakam ve valiler ya da savcı ve hakimler ile meselâ Kuddüs ismini tecelli ettiren temizlik ve kanalizasyon görevlileri arasında bir farkı yoktur. (Ama maalesef İslâm dünyası “devlet tuzağı”na yönlendirilmiş dindarların “hükmetme merakı” yüzünden temizlikten de ölçü ve hikmetten de uzaktır.)
4. O halde bu bakışla beşerî ilişkilerdeki adalet de iki türlü tecelli etmelidir:
Haklıya hakkını vermek ve suçluya cezasını vermek.
Haklıya hakkını vermek, hakkı yükümlüsünden ya da borçlusundan alıp hak sahibine teslim etmekten ibaret değildir. Haklının elinde zaten mevcut olan hakkını (hayatını, hürriyetini, mülkiyetini, mukaddesatını) korumak da haklıya hakkını vermenin bir şekli ve hatta ön şartıdır.
5. Allah’ın Âdil ismini tecelli ettirmek için elbette suçluya da cezasını vermek gereklidir.
Ama bu yapılırken suçla ilgili olmayanın hayatını ve hakkını tam korumak ve cezalandırma eyleminden onun zarar görmesini olabildiğince engellemek şarttır. Suçluyu yanlışlıkla cezasız bırakmak masumu yanlışlıkla hapse atmaktan ya da idam etmekten daha az zararlıdır.
Buna Bediüzzaman adalet-i mahza (mutlak, tam adalet) demektedir.
6. Bir suçun suçlusunu cezalandırabilmek adına o suçla ilgili olmayanın hakkının ve hayatının –kendi rızası da yok iken- feda edilmesi adalet namına da yapılsa zulümdür. Zira Allah katında hak haktır, büyüğü küçüğü olmaz.
Ancak ve sadece, somut olayın şartları sebebiyle ve kesin ve mecburi bir halde iki şerden birinin tercih edilmesi gereken durumlarda elbette daha az kötü olan tercih edilir ve buna nisbî (göreceli, izafî) adalet denir.
7. Velev ahirette de olsa suçluya cezasını vermek Allah’ın kudretine zor gelmez ve hikmetine uygun düşer.
O halde ahirete hakikaten inanan devlet yöneticilerinin ve adalet görevlilerinin öncelikli görevi suçluyu cezalandırmak değil masumu korumaktır. Zira kamu düzeni ve kamu yararı suçlu cezasız kalınca da bozulur ama asıl, masum olması muhtemel biri cezalandırılınca esasıyla bozulur.
8. İnsana düşen kendisini –haşa- tanrılaştırmaya kalkarak her ne şekilde olursa olsun suçlunun cezasını dünyada vermek ve hatta bu işi abartıp her günahı suç sayarak cezalandırmaya kalkmak değil, masumun hakkını korumaya öncelik vermek ve böylece hakikî adaleti tecelli ettirmektir.
9. Bunun için ise hukuk devletinin temel prensipleri olan “şüpheden sanık yararlanır”, “suç ve ceza kanunîdir”, “suç ve ceza şahsîdir” gibi ceza hukuku prensiplerinin tam tatbik edilebilmesi gerekir.
10. Türkiye’de ve dünyada İslâm’ın yayılması ve kalplere nüfuz etmesi için “dâvâ şuuru” ile hareket etmeye çalışan müminlerin “temsil”e dikkat etmesi yani Asr-ı Saadeti ve çağdaş “iyi örnek”leri örnek alarak Allah’ın isimlerini ve bilhassa ism-i azamı tam tecelli ettirmesi gereklidir.