Siyasî ayak tartışmaları durup dinmedi. Ama siyasetçilerin ve bilhassa milletvekillerinin yargıya müdahalesi meselesi gün geçtikçe ilginç bir boyut kazanıyor.
Bir örnek de şu:
Kocaeli Başsavcısı Sayın Habib Korkmaz geçen günlerde kendi sorumluluk alanındaki “Fethullahçı Terör Örgütü üyeliği” soruşturmaları ile ilgili olarak makamında basına bazı açıklamalarda bulunmuş.
Videosundan izlediğimiz kadarıyla, açıklamasının bir yerinde, bir Kocaeli Milletvekilinin bir bayan şüpheli ile ilgili olarak kendisini aradığını; mealen “soruşturulan bayanı tanıdığını, kendisinin ‘…öcü’ olmadığını, bu konuda şahitlik yapabileceğini” bildirmiş olduğunu söylemiş.
Sayın Başsavcı da mealen “şüphelinin Bank Asya’daki para hareketlerinin şahsın bankaya Gülen’in talimatıyla para yatırılmış olabileceğini gösterdiğini” bildirerek vekilin referansını ve dolayısıyla sanık hakkında takipsizlik kararı talebini nazikçe reddetmiş. Bir muhabirin sorusu üzerine de “bu ricanın bir baskı anlamına gelemeyeceğini” ve Vekil Beye “şüpheli lehinde şahitlik yapmak istiyorsa mahkemeye başvurması gerektiğini” bildirdiğini ifade etmiş. (Avukatın müvekkili hakkında şahitliği de ilginç olur doğrusu!).
Ancak Başsavcının konuşmasının bir kısmı, bizim dört senedir yazıp söylediğimiz kast meselesi yönünden oldukça ilginç.
Şöyle: “Burada mahkemenin araştıracağı tek husus; kastı var mıydı? Suçun maddî hareketleri tamam da. Kasıt değerlendirmesini mahkeme yapacak. Biz yapamayız bunu. Biz savcılık olarak yeterli şüphe varsa, somut şüphe varsa dâvâ açıyoruz. Kanunumuzun bize emri bu. Cumhuriyet savcısı yaptığı araştırmada suçun işlendiğine dair yeterli somut şüpheye ulaşırsa dâvâ açar diyor. Biz bunun mahkemece değerlendirilmesini düşündük. Doğrusu buydu. Açtık. Artık gerisi Mahkemenin ve Vekil Beyin bileceği…”
Ceza yargılamasında delil suçluluğu ispat içindir. Masumiyet zaten bir varsayımdır. Masumiyetin ispata ihtiyacı yoktur. Masumiyetin şahidi olmaz.
Dolayısıyla herhangi bir kanaat sahibi (bir milletvekili de olsa), bir savcıya “ben elinizdeki şüphelinin masum olduğunu gördüm”, ya da “suçlu olmadığını biliyorum” diyemez. Dese de bir anlamının olmayacağını, hukukçu olmasa da bir milletvekili olarak en iyi kendisinin bilmesi beklenir.
O halde bir seçmeni yani müvekkili hakkında “elinizdeki şüphelinin masum olduğuna inanıyorum” diyen o yarım avukat vekil, o savcıya ne demek istiyordur?
“Bu iş yanlış gidiyor, bana yardımcı olun da bari bu şahsı kurtarayım” demek istiyordur.
Neden yanlış gidiyordur?
Aslında Sayın Başsavcı kast meselesini açarak cevabı dolaylı yoldan kendisi vermiş oluyor.
Başsavcının bankaya talimatla para yatırmayı örgüt üyeliği suçunun “delili” olarak değil suçun maddî unsuru olarak görüyor olması ayrı mesele.
Ama Başsavcının “talimata uyulması kastı gösterir” diyememesinin sebebi bizce belli. Dolaylı olarak “talimata uyulması ilişkiyi gösterir, ama bu ilişkinin bir cemaatin içinde yuvalandığını düşündüğümüz örgüt boyutuna üyelik hususunda bir kastı içerip içermediği Mahkemenin bileceği iştir” diyor. Yani “Mahkeme ayıklasın pirincin taşını”.
Bugüne kadar biz kast işini çözen yani pirincin taşını gerçekten ayıklayan bir mahkeme kararı henüz görmedik. Yani henüz mahkemeler “cemaat tümüyle terör örgütü demek değildir, bu deliller cemaate mensubiyeti gösteriyor, cemaatin içindeki suç örgütüne mensubiyeti yani terör örgütüne üyelik kastını göstermiyor” diyemedi.
Ama biliyoruz ki eninde sonunda diyecekler. Zira üstlerinde ağır bir baskı var. Hem de bu baskı “hukuka dönün” baskısı.
Zaten Sayın Kocaeli Milletvekili de (her kim ise) mealen “o şüpheli bir ‘…öcü’ değil, ama öyle de olsa iyi bir ‘…öcü’dür” derken aslında bu vicdanî baskıyı ifade etmek istemiş.
Biz asıl şunu merak ediyoruz: Acaba vicdanı sızlayan o vekil ve benzer durumdaki diğer bütün vekiller, savunmak istedikleri müvekkilleri için, mahkemelere de gidebiliyorlar mı? Gitseler ne işe yarayacak?