Uluslar arası hukukta iki önemli anlaşma türü vardır: 1- Çok taraflı anlaşmalar. 2- İkili anlaşmalar.
İkinci Dünya Savaşı sonrası çok taraflı anlaşmaların popülerleşmesi sonrası günümüzde de halen faaliyetini sürdürmekte olan birçok uluslar arası örgüt kuruldu. Bu kapsamda Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan Milletler Cemiyeti’nin eksiklikleri de göz önünde bulundurularak Birleşmiş Milletler kurulurken, bizi de çok yakından ilgilendiren ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni bünyesinde bulunduran Avrupa Konseyi de 1950’de hayat buldu.
Çok taraflılığın gerekliliğini açıklamak için iki örnek verelim: A ve B devletlerinin ticarî anlaşmaları aracılığıyla birbirlerine sağladığı ayrıcalıklar C devletini kendi piyasalarından dışlıyor. Kendi ekonomisini korumak isteyen C ise gidip D ile anlaşma yapıyor. Bu ve benzeri anlaşmaların artması ile de dünyada ekonomik çıkarları birbirleriyle çatışan kutuplar ortaya çıkıyor. Günümüzde Dünya Ticaret Örgütü gibi çok taraflı anlaşmaların sonucu olarak kurulan örgütler sayesinde uluslar arası ticaret kuralları yasal bir çerçeveye oturtulup ticarî kutuplaşmalar engellenmeye çalışılıyor.
İkinci örneğimiz de güvenlik alanından olsun. A ve C arasındaki bir savaşta B önceden A’ya verdiği sözü yerine getirmek için C’ye karşı taraf olmak zorunda kalıyor. Haliyle yalnız kalmak istemeyen C de kendine bir müttefik buluyor. Normalde diplomasiyle çözülebilecek problemler, kutuplaşmanın etkisiyle çok hızlı bir şekilde felâkete yol açabiliyor. Dünya savaşlarının tarihi incelendiğinde dediklerimiz daha iyi anlaşılacaktır. Çok taraflı bir anlaşmanın tarafı olan devletler birbirlerine savaş açamayacağı gibi üyelerinden biri saldırıya uğradığında da onun yanında yer alma yükümlülüğü altına girmiş oluyorlar.
Peki, neden popülerleşti bu tarz anlaşmalar?
Çok taraflı anlaşmaların sağladığı “her üyenin eşit olması prensibi” ikili anlaşmalardan uzaklaşılmasının en önemli çıkış sebeplerinden biri. Diğer bir sebep de tarafların daha koordine ve öngörülebilir olması. Bunun karşısında ikili anlaşmalar daha detaylı ve basit olmalarına rağmen üçüncü devletlerle ilişkiler konusunda daha taraflı ve bölünmelere yol açıcı bir yöntem olarak karşımıza çıkıyor. Birinci Dünya Savaşı sonrası Milletler Cemiyeti de çok taraflı anlaşmaların barış için önemine binaen kurulmuştu, lâkin sonradan görüldü ki aslında Cemiyet “kazananlar” ve “kaybedenler” olarak ikiye bölündüğü için felâket kaçınılmaz olmuştu.
Hayatına Avrupa Kömür ve Çelik Birliği olarak başlayan ve bugün Avrupa Birliği olarak bildiğimiz yapı ise çok taraflı anlaşmaların işlerliğinin en önemli temsilcisi. Devletleri arasında yanlışıyla doğrusuyla bir “demokrasi” kuran AB, üye devletlerini İkinci Dünya Savaşı’nın ekonomik ve sosyal enkazının küllerinden yeniden ayağa kaldırdığı gibi asırlardır kan dökülen bu kıt’ada barışı da sağladı. Bütün bu başarılarına ve günümüzde de insan hakları hususlarında önde gelen bir yapı olmasına rağmen bugün bu yapının temel taşı olan çok taraflılığın geçerliliği eleştiri altında.
Biden dönemi bu açıdan daha ılımlı başlasa bile Trump dönemi ABD’si her fırsatta ikili ilişkileri öne çıkaran politikalar izlediği gibi BM’yi etkisizlikle itham etti ve sonuç olarak çok taraflı uluslar arası örgütlerin itibarına zarar verdi. Aynı dönemde İngiltere AB’den ayrılma kararı alarak tarihte bir ilke imza attı ve AB’den ayrılan ilk devlet oldu. Bunu yaparak Fransa’daki, Avusturya’daki, Polonya’daki, Macaristan’daki ve Bulgaristan’daki AB karşıtı siyasilere de güç ve koz verdi.
Bunun karşısında AB her fırsatta çok taraflılığı savunuyor ve adeta dünyada çok taraflılığın elçiliğini yapıyor.
Ancak kimse tek başına “çok taraflı” olamaz ve AB de bunun farkında. Bu doğrultuda kendi içinde çalışmalar yapan AB aynı hassasiyeti dış ilişkilerine de yansıtmak istiyor. Bu bağlamda Türkiye ile ilişkilerde yeni bir sayfa açmak isteyen AB, tam üyelik için önünde uzun bir yol var gibi gözüken Türkiye ile güçlü ilişkiler kurarak kendi üye devletleriyle Türkiye’yi “iyi komşular” haline getirmek istiyor. AB içinde yer alan, ama AB karşıtı denilebilecek olan baskı grupları Türkiye’den uzaklaşmak istese bile “çok taraflılık” savunucuları buna katılmıyor.
Türkiye yönünden de durum şöyle:
Bir önceki yazımızda da söz ettiğimiz gibi dünya iki ekonomik güç arasında kutuplara bölündü: ABD ve Çin. Bu iki kutupla aynı anda iyi ilişkiler kurmak mümkün görünmüyor, zaten onların istediği de bu değil. İki kutuptan birini seçme ve böylece iki kutupluluğu pekiştirme mecburiyetimiz de yok. Bu açıdan herhangi birine kapılmak doğru bir çözüm olamaz. Zira bu süper güçler müttefikten ziyade ekonomisi ve siyaseti kendilerine bağlı bir nevi uydu devlet arıyorlar. Bu iki gücün Uygur Türkleri’ne uyguladığı ve Filistin vatandaşlarına uygulanmasına göz yumduğu zulümler de malûm.
İşte bunların karşısında, “Cemahir-i Müttefika-i Amerika” modelini alıp geliştirerek yirmi yedi üye devletin içinde ve arasında bir demokrasi kurmuş olan, istibdada evrilmeye uygun devletler arası güç dengelerinden ziyade müzakere kültürü ile yürüyen ve “çok taraflılık” ilkesini geliştirerek sürdüren bir yapı durumundaki AB ile yakınlaşmak, Türkiye için çok daha makul olsa gerek.