“Bazıları uyarıdan sonra da içmeye devam etti… Oysa o su, susuzluğu değil, teslimiyeti büyütüyordu.”
Hiçbirimiz özgür değiliz.
Kiminin aklı rehin, kiminin sesi. Kimi fikrini, kimi korkusunu saklamaya çalışıyor; kimi de inkâr ederek hayatta kalmayı öğrenmiş. Fakat artık saklanacak bir yer yok. Çünkü yaşadığımız çağda saklanmak da bir lüks hâline geldi.
Bir rehinelik çağı bu.
Sadece insanlar değil, kelimeler de rehin. Cesaret mesela, gölgede. Adalet? Ya sessiz ya sürgünde. İktidarlar artık kelimelerin içini boşaltmakla yetinmiyor, onların yerini de değiştiriyor. Kimi zaman ihanete vefa, kimi zaman köleliğe sadakat diyorlar.
Ve toplum? Toplum bu çarpıtılmış aynaların karşısında kendini seyrediyor.
Herkes susuyor çünkü herkes biliyor:
Aklını açan, başına bela sarar.
Soran, sorgulayan, yanıt arayan herkes bir anda hedefe dönüşebilir. Bu yüzden kimse hakikati değil, huzuru istiyor.
Gerçekler acıtmaktan başka ne işe yarar ki?
Ama huzur sanılan şey, aslında sadece gürültüsüz bir teslimiyet.
Özgürlük denilen şeyin, sadece iktidarın hoşuna gitmeyen bir itirazdan ibaret olduğu bir düzende yaşıyoruz.
Ve biz bu düzende, içmeye devam ediyoruz.
Sudan.
Zehirli ama alışkanlık yapan bir sudan.
Düşünmemeye, anlamamaya, sorgulamamaya teşvik eden o suyu içtikçe, bir şey sanıyoruz kendimizi.
Oysa her yudum bizi biraz daha uzaklaştırıyor kendimizden.
Yine de karanlık böyle sonsuz sürmez.
Toplumlar bazen bir çığlıkla değil, bir çöküşle uyanır.
Felaket gelir, uyarı yerine geçer.
Ama felaketi çağırmanın da bir anlamı yok.
Çünkü o felaket, sahiden geldiğinde; ne bir köşe yazısı kalır, ne de bir cümle cesaret bulur kendine.
İşte bu yüzden hâlâ yazıyoruz.
Hâlâ kelimelere sığınıyoruz.
Belki bir kişi daha içmeden fark eder diye.