En büyük müfessir zaman ve geçen yıllar olduğu için, hadiselerin ortaya koyduğu gerçekleri inkâr edip görmezden gelmek mümkün değil. Dün ‘iyi’ bilinenlerin bugün ‘fena’ bilinmesi de geçen yılların ortaya koyduğu tablonun neticesidir. Bu bakımdan bir günü değil ‘bin gün’ü hesaplamak isabetli olur.
Prof. Dr. Mehmet Görmez, Ankara’da düzenlenen “Müslüman Topluluklar Birliği Kongresi”nde yaptığı konuşmada “(Müslüman) Âlimler Müslümanlara itidalli hareketleri tavsiye etmeli her türlü aşırılık ve tehlikeden ümmeti koruyabilmelidirler” çağrısı yapmış.
İtidalli, akl-ı selim ve ‘bin adım sonrasını düşünen’ hareketlere hem Türkiye’nin hem de bütün İslâm âlemi ve tabiî ki dünyanın da ihtiyacı var. Maalesef itidalli hareket etmek bazılarında tembellik ya da pasiflik olarak yorumlanıyor. Oysa ödenen ağır faturaların altında çoğunlukla yarını düşünmeyen itidalsiz, heyecanlı, tedbirsiz hareketler vardır.
Diyanet İşleri eski Başkanı Görmez’in, ESAM’ın düzenlediği toplantıda yaptığı konuşmada dikkat çektiği noktalardan biri de adalet ve merhamet meselesi olmuş: “İman ile eman, İslâm ile selâm, tevhid ile vahdet, adalet ile merhamet arasındaki ilişkiye işaret etmek istiyorum. Çünkü bu kavramlar rastgele seçilmiş kavramlar değildir. İslâmın gayesi, imanın gayesi sadece mücerret bir akaidin yaygınlaşması değil. İmanın gayesi yeryüzünde emanı, güveni tesis etmektir. İslâmın gayesi sadece mücerret bir barış çağrısı değil aynı zamanda yeryüzünde selâmı, barışı sağlamaktır. Selâm sadece harbin zıttı değildir.
Buradaki barış, savaşın zıttı olan barış değildir. Bilâkis insanın Rabbiyle, insanın bütün varlık ve kâinatla barışmasıdır. Barışın kalpte ve ruhta teminidir. Aynı şekilde tevhid ve vahdet arasında doğrudan bir ilişki vardır. Adalet ve merhamet arasında ayrılmaz bir ilişki vardır, çünkü İslâm’ın adaleti merhamet yüklüdür. Merhametsiz adalet olmaz. Adalet aynı zamanda yeryüzünde merhametin tesisine yöneliktir.” (Yeni Asya, 19 Aralık 2019)
Prof. Dr. Görmez, dolaylı olarak “üç büyü düşman” olan cehalet, fakirlik ve ihtilâflara da şöylece dikkat çekmiş: “Sosyal bilimlerin bütün verilerini dikkate alarak mazlum coğrafyamızda meydana gelen hadiseleri değerlendirecek olursak bunlar modern zamanların işgal ve sömürgelerinden sonra istibdatların gölgesinde, yoksulluk, cehalet ve esaretin ürünü olarak büyümüş yaralı bilinçlerin, ölümcül kimliklerin, kin, öfke, ihtiras ve intikamlarının din ve mezhep görüntüsü altında bulaştırmaya çalışmasından başka bir şey değildir.”
Görmez, İslâm âleminin zulümlerle imtihanına ise şöyle dikkat çekmiş: “Zalim olmak ne kadar suçsa mazlum olmayı kabul etmek o kadar suçtur. Mazlum olmak, zulme rıza göstermek de zulümdür. Bu yüzden İslâm dünyası başından geçen bütün bu zulümleri değerlendirirken dış sebepleri dikkate almakla birlikte daima içimizden kaynaklanan sebepleri dikkate almak zorundadır.”
Hatırlanacağı üzere Bediüzzaman Said Nursî, “Hâl-i hâzırın eskisi gibi çok fenalığı var, bize zulmeder” ile başlayan bir soruya verdiği cevapta şöyle der: “Evet, bir millet cehâletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti dahi müstebit eder.” (Münâzarât, s. 28)
Hukukumuzu bilmek için cehaleti def edelim ve zulme razı olmayalım. İslâm âlemini cehalet derelerine sürükleyenlerin asıl maksadı da zulmü devam ettirmek değil mi?