Şefkat tokatlarında Üstad Bediüzzaman Hazretleri öncelikle kendi şefkat tokadını anlatır.
Bu kısımda daha önce dikkatimi çekmeyen bir ibare dikkatimi çekti: “Meselâ bu bîçare Said, Van’da ders-i hakaik-i Kur’âniye ile meşgul olduğum miktarca Şeyh Said hâdisatı zamanında vesveseli hükûmet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi.” 1
Buradaki “meşgul olduğum zaman” değil de “meşgul olduğum miktarca” ibaresi tercihi. Zaten her zaman hakai-i Kur’âniye ile meşgul olma vazifemiz var, fakat bu miktar ne kadar olmalı? Burada bir alt ya da üst sınır yok. Hizmet zamanı tabirini kullansa idi muayyen bir vakit gibi, şimdi hizmet var yaptık ve bitti. Ancak miktar öyle değil. Yap yapabildiğin kadar. Miktarı arttır. Peki bu miktar azalınca ne olmuş? Bakalım;
“Vaktâ ki ‘Neme lâzım’ dedim, kendi nefsimi düşündüm. Âhiretimi kurtarmak için Erek Dağı’nda harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebepsiz beni aldılar nefyettiler. Burdur’a getirildim.”
Bu şefkat tokadından umumî manada ne anlayabiliriz? Şahısların tek başlarına yaptıkları hizmet-i Kur’ân ile hep beraber yapılan hizmet-i Kur’âniyenin miktarı ve manevî kudsiyeti, kuvveti aynı değil. Beraberce yapılan Kur’ân hizmetinin miktarı arttıkça çok muazzam bir şey oluyor; dışarıdaki vesveseli hükümet hiçbir vecihle ilişmiyor, ilişemiyor. Nur hizmetinde bulunan herkesin birlikte hizmetle meşgul oldukları miktar arttıkça bu tesir vücuda geliyor. Yani demiş oluyor ki “Ey Risale-i Nur Talebeleri korkmayınız. Hizmetinizin miktarını birlikte arttırınız. O vakit hiçbir zaman vesveseli bir hükümet size ilişemez. Bu iman hakikatlerinin bir kerametidir. Ne zaman ki neme lâzım derseniz kendi başınıza kendi kamet-i miktarınızca meşgul olursanız o vakit topyekûn bir hücum” başlar.
İlgili Risaleyi okumaya devam edince tekrar “miktarca” ibaresi ile karşılaştım. “Orada yine hizmet-i Kur’âniyede bulunduğum miktarca –o vakit menfîlere çok dikkat ediliyordu, her akşam ispat-ı vücud etmekle mükellef oldukları halde– ben ve hâlis talebelerim müstesna kaldık. Ben hiçbir vakit ispat-ı vücuda gitmedim, hükûmeti tanımadım. Oranın valisi, oraya gelen Fevzi Paşa’ya şikâyet etmiş. Fevzi Paşa demiş: “Ona ilişmeyiniz, hürmet ediniz!”
Bu sözü ona söylettiren, hizmet-i Kur’âniyenin kudsiyetidir.
Hizmet-i Kur’âniye de bulunduğumuz miktarca, (yani miktar artabilir ve azabilir). Miktar artarsa bir tesir ve netice vücuda geliyor o da şu: “İlişilmemek, hürmet gösterilmek.”
Üstad Hazretleri burada sadece kendisini değil “ben ve halis talebelerim müstesna kaldı”k diyerek bu hakikati talebelerine de teşmil ediyor. Hizmet-i Kur’âniyenin kudsiyeti “Onlara ilişmeyiniz” sözünü söyletiyor.
Bu iki misal aslında Risale-i Nur Talebelerinin kazanabileceği bitmez ve tükenmez bir manevî kuvvetin yolunu gösteriyor. Ümit ve şevk veriyor. Beraber miktarca arttırarak yaptığınız ihlâslı hizmet-i Kur’âniyenin kudsiyeti sizleri menfi hücumlardan muhafaza eder. Birileri herhangi bir şekilde şikâyet etse de hizmet-i Kur’ân’ın kudsiyeti onlara şöyle söylettirir; “onlara ilişmeyiniz…” Ne zaman ki beraber değil de şahsî kalırsınız ihlâsınız gider. İhlâsı kırmakla hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur’âniyenin hizmetine taarruz hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz. Yani taarruzu ve hürmetsizliği dışarısı değil bizim ahvalimiz yapıyor.
Herhangi bir hücum varsa bu hücuma sebebiyet veren manevî hal, talebelerin bu kudsiyeti beraber sağlayamamış olması. Bizim ahvalimiz bunu netice veriyor. Bizlerdeki hizmet miktarındaki azalma onlarda hücum olarak görünüyor. “Beraberce hizmet-i Kur’âniyeye ayrılan miktar arttıkça” oluşan kuvve-i maneviye onları bu hizmete iliştirmiyor. Belki de Üstad Hazretleri bu sebeple müfritane irtibat diyor. İrtibat halinde beraber hizmet yapınız. Bu hal kudsî bir kuvveti netice verir. Şahsî kemalat ve çalışmalarınızın kuvveti bu hücumlara karşı sizi korumaz.
Cenab-ı Hak müstakil kalmayıp beraberce yapılan hizmet-i Kur’âniyemizin miktarını arttırsın. Amin...