"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Yalnız akşamlar

Havva KÜÇÜK KONUR
17 Ekim 2020, Cumartesi
Dağların renklerle menevişlendiği, ebem- kuşağı görüntüsünde bir ufka büründüğü bu pencere, içi yangın yeri olan bir yüreği, derin, buğulu bakışları ve sessizce yanağından iki damla gözyaşı akıtan bir kadını anlatırdı.

Her akşam silüeti düşerdi cama. Güneşin son hüzmelerini penceresinde değil de,  yüreğinde batırıyormuş gibi bir hazinlik çökerdi üstüne kadının. Her günkü oturduğu sedir aynıydı. Aynı yönünde oturur, aynı yere diker gözlerini ve güneşi aynı yerden batırırdı bakışlarıyla. Sessizdi. Kimseyle eğleşmez, kimseyle söyleşmezdi gündüzleri. İşinde, aşındaydı. Akşama kadar içinde ne fırtınalar kopar, hangi rüzgârlar eserdi bilinmez, ama ruhundaki mercanlar akşamın alacasında parlamaya başlardı. 

Yükünü kalbine vurmuşlara, hayat daha bir ağırdır sanki. Tuş olmuş bir güreşçinin yorgun nefesi gibi. Ya da gemini elinize aldığınız bir atın sessiz boyun eğişleri... Ezilmişliğin, sindirilmişliğin, ama kalpte bitmemiş, zamanını bekleyen o atağa kalkma gücünün pırıltılı bakışı.. 

Evet, bugün yenilmiş olabilirim, ama bir gün muhakkak ayağa kalkacağım duruşu.. Garip bir sessizlik, efsunlu bir ağırlık işte. Hemen fark edilmeyen, dikkat edilmese anlaşılmayan bir hâl..

Sonbaharın kışa yaklaşan bu günlerinde soba yanıyordu. Sobanın kapağının üzerindeki şekiller karanlık odada tavana yansıyordu. İçinde yanan dalların yanarken çıkardığı çıtırtı sesleri, odayı dolduran musiki gibiydi. Buradaki sessizliği bozan tek şey onların sesiydi. Günlük sakızı yanıyordu sobanın üzerinde. Şekli limontuzuna benzeyen bu bitkinin ağır bir kokusu olduğu için birkaç tane vardı sadece. O kadarcık parçanın bile kokusu odayı epeyce kaplamıştı. Pencerelerin kapalı, ama perdelerin açık olduğu bu oda, bütün kokusu ve sessizliğinin sesiyle akşamı karşılıyordu. 

Evin önünde küçük bir bahçe vardı. İçinde birkaç tane meyve ağacı ve ekilmiş maydanoz, marul, kuzukulağı, dereotu, nane, domates, biber, fesleğen, pırasa... 

Bahçenin köşesinde emektar bir kuyu, ön tarafında da üç tane kavak ağacı... 

Buralarda âdetti, doğan her çocukla birlikte bahçeye bir kavak ağacı dikilirdi. Kavaklarla birlikte çocuk da büyürdü. Evlenme yaşı geldiğinde kavak kesilir, satılır, parasıyla düğün masrafları karşılanırdı. Evlenen çocuk kendi evinde yine aynı şeyi yapar, doğan her çocuğu için bir ağaç dikerdi. Bu evin önündeki kavaklar da aynı niyetle dikildi. Büyüdüler, serpildiler, ama çocukların evlilik yaşı geldiğinde onların kesilip satılmasına gerek kalmadan düğünleri yapıldı. Herkes yuvasını kurdu, evine yerleşti. İşte bu ağaçlar, bu evin çocuklarının ağaçlarıydı. Nazlı nazlı sallanıyorlardı esen rüzgârla.

Dağ gibi bir yalnızlık vardı ananın sırtlarında. Evin bütün temizliği, yemeği, çamaşırı, bulaşığı, kışlık hazırlıklarının çökertemediği omuzlarını, bu üç kavak ağacı çökertiyordu. Her akşam sedirin arkasına dizeli yastıkların etamin işlemeli örtüsünün üzerine kolunu koyar, ufka gözlerini kilitler ve öylece kalakalırdı. Bazen hazin bir ilâhî mırıldanır, ağlardı. O anda biri gelse, sorsa, neden ağlıyorsun dese ‘hiç’ derdi. Hiç... Anlatılamayacak duyguların keskin bakışlarını nazara sunamamanın en kestirme yoluydu bu. Hasretin koyu karanlığı, dildeki ibrişim düğümüydü. Ve bu düğüm ancak özlem pınarının yüreğine dolmasıyla açılacaktı.

Sobanın kenarına koyulan güğümün kaynama sesi odaya dolmaya başladı. Her zaman için sıcak suya ihtiyaç hissedilen bu evin, soba üzerinde güğüm kaynatılarak karşılanması iktisadın en keyifli haliydi. Ama kadın kendi içine öyle bir gömülmüştü ki, bu sesi duymuyordu bile. Hasret buhar buhar kaynıyordu içinde. Bulgur bulgur akıtıyordu gözyaşlarını. Evlât hasreti hiçbir şeye benzemiyordu çünkü. Bir ilâhî mırıldanmaya başlamıştı. 

İçindeki kaynayışın sesi duyulmasın diye mi ilâhî söylerdi, yoksa ilâhînin sözleri ve tınısı mıydı içini kaynatan bilinmezdi. Ama bugün bu ilâhiye yüklenen anlam, hasretti. 

Bu arada gün iyice batmış, hava kararmıştı. Kadın, tülbentiyle gözünün yaşını sildi, toparlandı ve ışığı açıp perdeleri çekti. Bir akşam daha gelmişti. Namazını kılacak ve sofrayı hazırlayacaktı. Biraz sonra kocası gelirdi. Hasretini içinde bir kor gibi yakmaya devam edecekti. 

Özlediği ufuklara kavuşana dek...

Okunma Sayısı: 1333
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Ramazan ÇALIŞAN

    17.10.2020 14:35:31

    Özlediği ufuklara kavuşana dek...tam ufka vardım dediğinde başka ufular görünecek.Böylece ufuklar ufukları kovalayacak ve böylece bu hikaye bence hiç bitmeyecek.

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı