Devlet ve onu yöneten siyasîlere tabi ve onların yönlendirmesiyle yapılan dinî hizmetlerin iyi sonuç vermediği, geçmişte ve günümüzde yaşanan tecrübelerle açıkça görülmüştür.
Hür, demokratik ülkelerde dinî yapı ve hizmetler, bağımsız olup devletin müdahalesine açık değildir. Batı ülkelerinde demokratik laikliğin gereği olarak kilise devlet işlerine karışmadığı gibi, devlet de kiliselerin idarelerine ve işleyişlerine, dinî hizmetlerin nasıl ve ne şekilde yapılacağına karışmaz.
Ülkemizde hakikî bir demokrasi, dolayısıyla gerçek bir laiklik olmadığı için dinî yapılar devlet işine karışmazken, devlet ve hâkim siyasîler onların işleyişine ve hizmetlerine müdahale etmekte, değişik yollarla onlara baskı kurarak kendi kontrolüne almaya çalışmaktadır.
Bugün ülkemizde seksen bin cami ve yüz elli bin civarında personeli bulunan, devasa bir bütçeye sahip Diyanet Teşkilâtı vardır. Diyanetin reisi, müftüler ve imamlar seçimle değil, devleti yöneten siyasîler tarafından, bürokrasiye memurların atandığı gibi atanmaktadırlar. Maaşlarını devletten alan, makamlara siyasîler tarafından tayin edilen din görevlileri rahat hareket edememekte, kendilerini devlete ve atayanlara karşı bağımlı olmak durumunda görmektedirler.
Eğer devletin yönlendirmesi doğru olsaydı, adı geçen teşkilâtın günümüzde yaptığı dinî hizmetle toplum, iman ve ahlâk yönünden çok iyi bir seviyede olması gerekirdi. Halbuki toplumda korkutucu bir iman ve ahlâk buhranı yaşanmaktadır.
İslâm tarihinde sahabelerden sonra gelen ve temayüz eden başta dört mezhep imamı ve Buharî, Müslim gibi Hadis otoriteleri olmak üzere İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbanî, Mevlânâ Celâleddin, Abdulkadir Geylanî, Bahaeddin Nakşibend, ahir zamanda gelen Bediüzzaman Said Nursî gibi yıldız âlim ve kutupların, dindar da olsa zamanlarındaki yöneticilerden bağımsız, onlarla çatışmadan halisane başarılı dinî hizmet yaptıkları, maaş dahil devletin maddî yardımını kabul etmedikleri sabit olmuştur.
Ülkemizde Diyanete nispeten hür hareket eden cemaat ve tarikatlar, toplum nezdinde daha etkilidirler. Nitekim onlardan bir kısmı Kur’ân eğitimine, Nur Talebeleri gibi diğer bir kısmı iman takviyesine, tarikatların ise ahlâk ve nefis terbiyesine yönelik başarılı hizmetleri olmasaydı, siyasîlerin yanlış politikalarıyla bunalan toplumda suçlar pıtrak gibi çoğalır, devlet güvenlik güçlerinin baş edemeyeceği sosyal patlamalar ve karışıklıklar yaşanabilirdi.
Demokrasinin askıya alındığı günümüz Türkiye’sinde devlet gücünü kullanan hâkim siyasîler, Diyanet Teşkilâtını politize ettikleri gibi cemaat ve tarikatların çoğunu makam, mevki ve devlet imkânlarıyla besleyerek kontrollerine aldıklarını görmekteyiz. Ne yazık ki bu yapılar da bu işten pek rahatsız olmadık anlaşılmaktadır. Bu durum hem onlara hem de topluma zarar vermektedir.
Elhasıl: Devlet ve siyaset, elini dinî kurum ve hizmetlerden bir an evvel çekmelidir. Gerçek demokrasi ile idare edilen ülkelerde olduğu gibi Diyanet Teşkilâtı özerkleştirilerek, bağımsız ve hür hizmet yapabilmesinin önünü açmalıdır.
Sonra kanunlara aykırı işler yapmadıkları sürece cemaat ve tarikatlar, fıtrî vazifelerini daha iyi yapabilmeleri için rahat bırakılarak işleyişlerine müdahaleden kaçınılmalı, maddî imkân, makam mevki tuzaklarıyla politize edilmemelidir.
Devletin ve milletin menfaati bunu gerektirir.