Kulluk içindeki hakikî hürriyetin ne kadar mühim, ne kadar değerli olduğunu karınca kararınca anlamaya çalışıyoruz. Tevfik-i İlâhî refikimiz olsun.
Üstad Bediüzzaman’ın alâmet-i fârikası olmuş bir sözü var ki, onu hemen herkes bir şekilde duymuş, öğrenmiş, biliyor. O söz şudur: “Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.” (Emirdağ Lâhikası: 18)
Evet, bu veciz söz bir âdeta patent gibi Bediüzzaman Said Nursî ismiyle birlikte anılır hale geldi. Öyle ki, ondaki bu hürriyet aşkı, 2010’da onun hayatını konu alan ilk sinema filmine bile “Hür Adam” ismiyle damgasını vurdu.
Demek ki, Bediüzzaman Hazretleri hakikaten hürriyetine fevkalâde düşkün bir zât imiş. Hatta, aç kalmaya razı, fakat minnete, esarete, hakarete veya herhangi bir şekilde hürriyetinin kısıtlanmasına razı değil ve olamıyor.
İşte, bu meyandaki ifadelerinden biri: “Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehâmet-i İslâmiye beni bu halde (zillet içinde) bulunmaktan şiddetle men’eder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zâlim bir cebbâr, en hunhar bir düşman kumandanı olsa tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım.” (Tarihçe-i Hayatı: 543)
*
Hiç şüphe yok ki, o aziz insan, şahsından çok, dâvâsının ve te’lifatı olan Nur Risâlelerinin hürriyetine düşkündür. Nitekim, o bütün hayatında, bütün kuvvetiyle Risâle-i Nur’un hürriyet ve serbestiyeti için çalıştı: Mahkemeden mahkemeye sürüklendi, zindanlarda aylar-yıllarca çile çekti. Defalarca zehirlendi. Günlerce aç-susuz bırakıldı. Aşı bahanesiyle kalbinin üzerine zehir şırınga edildi. İnsanlarla görüşmekten men’edildi. Türlü yalan, iftira ve hakaretlere mâruz bırakıldı. Vesâire…
Bunca ezâ-cefâya katlanmaktaki asıl gayesi, nesillerin imanını kurtarmaya sebep-vesile olacak olan Nur Risâleleri’nin serbestçe yayılması, okunması, neşredilmesiydi. Bundaki hedef-i maksadı ise, bu imanî ve ahlâkî eserlerin muhtaç ve müştak insanlara ulaştırılmasıydı.
Şu var ki, bütün bu arzu ve çabalarını tam bir izzetlilik ve minnetsizlik içinde ortaya koydu. Bu hizmetleri yapmak için kimseye el açmadı. Kimseye boyun eğmedi. Minnet altına girmedi. Yüzsuyu dökmedi.
Kezâ, kimseden zekât, sadaka ve karşılıksız hediye almadığı gibi, eserlerinin de borçla veya sadaka ile, yani minnet altında basılmasına da katiyen razı olmadı. İşte, bu hususla alâkalı kendi ifadeleri: “Halklardan sadaka kabul etmediğim gibi, kitaplarıma da sadakalarla tab’ını kabul etmem.” (Barla Lâhikası: 132)
*
Meseleye hangi açıdan bakılırsa bakılsın, Üstad Bediüzzaman’ın hayatında olduğu gibi eserlerinde de tam bir itibar ve izzetlilik hâkimdir. Zillete, minnete zerrece yer yoktur. Hürriyet talebi ise, kemâl noktasındadır. Bundan da zerrece tâviz verilmiyor.
Şimdi, meselenin daha iyi anlaşılması bakımından, Cumhuriyet’in 10. yılında çıkartılan “umumî af”tan yararlanmak için, kendisinin hükümete ve ehl-i siyasete niçin müracaat etmediğini soran dostlarına vermiş olduğu gerekçeli cevaptan bazı kısımları iktibas ederek, bu noktada onu ve düsturlara dayalı duruşunu, vakarını ve hizmet tarzını daha iyi anlamaya çalışalım.
Bu meseleye dair suâl makamında şu ifadeler yer alıyor: “Çok dostlarla beraber bana nezaret eden bir kumandan, mükerreren suâl ettiler: ‘Neden vesika için müracaat etmiyorsun, istida (dilekçe) vermiyorsun?’
Elcevap: Beş-altı sebep için müracaat etmiyorum ve edemiyorum:
1. Haksızlığı hak iddia edenlere karşı hak dâvâ etmek ve onlara müracaat etmek bir haksızlıktır, hakka karşı bir hürmetsizliktir.
2. Eğer ehl-i dünyaya müracaat etsem, kader der: “Ey riyakâr! Bu müracaatın cezasını çek!” Eğer müracaat etmezsem, ehl-i dünya der: “Bizi tanımıyorsun, sıkıntıda kal!”
(NOT: Bu meselenin devamını okumak isteyenler için kaynak bilgisi: Tarihçe-i Hayat: 160, 245; Şuâlar: 409)
Gayet açık bir şekilde anlaşıldığı gibi, Bediüzzaman Hazretleri’nin bütün hayatında, hizmetinde ve dahi eserlerinin tamamında, kemâl noktasında bir onur, itibar ve izzetlilik vaziyeti hâkim durumda. Bu da, kulluk içindeki o tavizsiz hürriyetin ulvî-kudsî meyveleri olsa gerektir.