Fitnekâr darbeler, ülkeye büyük zarar verdiği gibi, dostluklara da ağır darbe vurur. Hatta, kardeşleri bile birbirinden ayırır; bazen de düşman eder.
İşte, 12 Eylül Darbesi ve bilhassa 1982 Anayasası referandumu da, aynen böylesi bir fitne-fesat zakkumunu netice verdi. Dostu dosta, kardeşi kardeşe kırdırdı, yer yer düşman hale getirdi, ne yazık ki...
İşin daha da acı veren yönü, o acı kırgınlıkların telâfisine de çalışılmıyor pek. Birbirini fena halde kırıp rencide edenlerin çoğu, şu fani âlemden birbiriyle helâlleşmeden göçüp gidiyorlar.
İşte, şimdi ikisi de vefat edip giden iki mühim şahsiyetin 12 Eylül darbe anayasasının referandumu öncesinde yaptıkları tartışmalı münazarasından bir kesit sunmak istiyorum.
*
7 Kasım 1982’de halk oylamasına sunulacak olan cunta siparişli anayasasının referandum süreci başlamıştı. Mehmet Kutlular’ın sahibi olduğu Yeni Asya gazetesi ve camiası, o dayatmacı anayasanın aleyhinde yayın yapıyordu. Bu sebeple de ikide bir kapatma cezası geliyordu. Bu zorbacı müdahaleler üzerine, yedekte duran bir başka isimle gazete çıkarmaya devam ediliyordu.
Darbeci başı Kenan Evren Paşa da, her gün ayrı bir yerde miting konuşmaları yapıyordu. Çoğu kez âyet-hadis okuyarak, kendince bunları tefsir ediyordu. Haliyle, saçmalamaktan kurtulamıyordu.
Bir konuşmasında, hiç tevil götürmez şu mealde bir zırvayı dillendirmişti, Evren Paşa: İslâmda başörtüsü yoktur, farz değildir. Ben inceledim, Kurân’da da başörtüsünü emreden bir âyet yoktur. Peygamberimiz zamanında, kadınların saçları yemeğe dökülmesin diye, başlarını örtmeleri tavsiye edilmiş. Mesele bu kadar basit.
Bunun üzerine, Yeni Asya’da isim verilmeden (zaten Evren’i ismen eleştirmek yasaktı, gazete anında kapatılıyordu) şu manada bir haber-yorum yayınlandı: Kur’ân tesettürü emreder. Üç yüz elli bin tefsir, ilgili âyetten bu hükmü çıkarıyor. Tesettüre girmeyen kadın günaha girmiş olur. Ama, âyetin manasını red ve inkâr eden kimse küfre girmiş olur.
İşte, Yeni Asya’da (muadili olan ardılı gazetede) çıkan bu haber-yorum üzerine, o dönemde çok meşhur olan bir hoca, Mehmet Kutlular’a çatmak üzere gazete binasına geldi. Eski dostu ve hatta dâvâ arkadaşı olan hoca efendi, Mehmet Kutlular’a aynen şu sözlerle çıkıştı: Kutlular kardeş, siz Kenan Evren’e kâfir demek mi istiyorsunuz?
Bunun üzerine aralarında şu konuşma cereyan etti:
- Hocam, nereden çıkarıyorsunuz bunu? Biz Kenan Evren’e kâfir falan demedik. Kaldı ki, kast ettiğiniz haberde onun ismi bile geçmiyor.
- Tamam, ismi yok; ama, siz onu kast ederek yazmışsınız bu haber-yorumu.
- Hocam bakın, biz paşa için öyle bir şey demedik. Velev ki desek, bundan size ne? Niçin her gün abuk-subuk konuşup duran bu adamı savunma ihtiyacını duyuyorsun? Biz Risale-i Nur’dan aldığımız derse binaen, bu şekilde haber-yorum yapıyoruz? Siz bundan niye rahatsız oluyorsunuz?
- Ölçü risale diyorsunuz. Peki, Risale-i Nur mu, Kurân mı?
- Haşa, siz böyle bir soruyu nasıl sorarsınız? Bunlar birbirini haşa nakzeden şeyler mi? Siz bunu da anlamayıp, yahut anlamazdan gelip meseleyi başka tarafa çekmeye çalışıyorsunuz. Mesele net ve açık: Risale-i Nur, Kurân’ın malıdır, aynı zamanda hakikatli bir tefsiridir.
*
Aralarındaki tartışmalı münazara tam da bu noktada son buldu. Ayrıldılar ve bir daha da görüşmediler. Ne yazık ki, helâlleşemeden de bu dünyadan ayrılıp gittiler.
Darbeci fitnekârların sebebiyet vermiş oldukları bu türden binlerce hak-hukuk meselesi vardır ki, tamamına yakın kısmı Ruz-i Mahşerdeki Mahkeme-i Kübra’ya kaldı.