Öyle bir geçimsiz devirde yaşıyoruz ki, beşer tarihi bunun emsâlini göstermiyor.
İman kardeşliğini istisna tutarak, normal sosyal hayat tablosuna baktığımızda görüyoruz ki: Kardeş kardeşle geçinemiyor. Baba oğul ile anlaşamıyor. Anne kızı ile bütünleşemiyor. Dede ile torun arasında derin uçurumlar görünüyor. Eşler arasında şiddetli geçimsizlik hali yaşanıyor. İnsanlık tarihinin en yüksek boşanma oranlarına şahit olunuyor. Vesaire…
*
İşte, böylesine ağır şartlar altında bile, kimi iman kardeşleri arasında öyle bir uhuvvet, muhabbet, fedakârlık ve dayanışma hâline şahit olunuyor ki, kuvvetli ihtimal ile bunu melekler dahi alkışlıyordur.
Bununla beraber, şu dehşetli âhirzaman şartları içinde, bazen o iman kardeşleri arasında dahi öyle bir “ihtilâf û tefrika” fırtınası esiyor ki, bu hâl, hamiyet sahibi kimseleri dilhûn ve dağdâr edebiliyor.
Nitekim, Yavuz Sultan Selim gibi cihangir bir devlet başkanı, böyle bir tefrika ve bölünme acısının kendisini kabirde bile çok rahatsız edeceğinden endişe duyarak aynen şunu söyler: “Kûşe-i kabrimde hattâ, bîkarar eyler beni.”
İşte, “Elhasıl, Sultan Selim’e biat ettim” diyen Bediüzzaman Hazretleri de, aynı dertten şiddetli muzdarip olarak, zaman zaman dizine vurup “Eyvâh! Eyvâh!” dediğini yakın talebelerinden ve son şahitlerden hep duyarak geldik.
Bu sebeple, hizmet-i Nuriyeye taalluk eden meseleler hakkındaki lâhika mektuplarında, mükerrer defalar “Sakın, sakın” diyerek, o zehr-i kàtil olan “ihtilâf û tefrika” illetinden talebe ve kardeşlerini sakındırmaya çalışmıştır.
İşte, o ikaz ve ihtarlardan biri:
“Risâle-i Nur, sâdık ve sebatkâr şakirtlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil, fiyat olarak, o şakirtlerden tam ve hâlis bir sadâkat ve daimi ve sarsılmaz bir sebat ister.
“Sakın, sakın, dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalâlet fırkalarına karşı perişan etmesin.” (Kastamonu Lâhikası: 88)
*
Kardeşler arasında vukua gelen ihtilâf, münakaşa veya çekişmelerin kökü dahilde ise, izale edilmesi nisbeten kolaydır. Herkes nefis ve şeytanını ayağının altına almak suretiyle nihayet günün birinde dava kardeşi ile kucaklaşarak, yahut helalleşerek ihtilaf badiresini aşabilir.
Şayet, ihtilâfın kökü hariçte olursa, bölünme, dağılma, parçalanma ne yazık ki kaçınılmaz hale gelebiliyor. Zira, bünyeye göz diken ve kendine bir partner (hizip, grup, klik...) bulan hariçteki cereyan, pençesini geçirdiği o bünyeyi parçalamadan, yani parça koparmadan durmaz ve işin peşini bırakmaz.
Dolayısıyla, şayet bünyede ayrılma, kopma, bölünme hadisesi tam tahakkuk ederse, söz konusu o haricî (dünyevî, siyasî, ticarî) el, türlü oyun, entrika, yahut bahanelerle musallat olduğu yerde maksadına kavuşmuş, muradına ermiş demektir.
*
Evet, herhangi bir haricî unsur, daima koparmaya odaklıdır. İşi koparmaya götürünceye kadar da, mütemadiyen gerekçeler hazırlar, sebep veya bahaneler üretir. Bununla da yetinmez, geri dönüşü imkânsız hale getirecek derecede, şahsî-hissî çatışmalara zemin hazırlayıp malzemeler üretir.
Bu mahiyetteki bir ihtilâf, dahilî bünyeyi tahrip ettiği gibi, hariçteki mâsum ve muhtaç durumdaki bîçarelerin önünü-yolunu da keser. Onları tereddüde sevk eder. Böylelikle, hak ve hakikatli mesleklerden uzaklaşmalarına veya uzak durmalarına sebebiyet verir.
Böylesine elim bir vaziyete sebep olmanın vebâli şüphesiz ki pek ağırdır. Başkasının dalâletine sebep olmamak için, icabında şahsî olan hak ve hukukundan bile ferâgat etmek gerekir. Zira, dâvâ ulvî, gaye ise rızâ-i İlâhî.
Cenâb-ı Hak, bizi rızası dairesinden ayırmasın ve taşıyamayacağımız o ağır vebâllerin altına girmekten cümlemizi muhafaza eylesin.