Hukûken ilân edilmiş bir savaş yok.
Fakat, orta yerde bir ‘savaş hâli’ var: Üstelik, hem askerî, hem siyasî, hem de iktisadî boyutları olan bir savaş hâli...
Diplomatik yönden veya uluslar arası hukuk açısından resmî hüküm-tanım ne olursa olsun, geniş “Suriye Cephesi”ndeki fiilî durum bundan ibaret.
* * *
Durumun bu noktaya gelmesinin asıl sebebi, ana faktörü nedir? Yahut, varsa şayet esas aktörü kimdir?
Bu ve benzeri sorunun cevabını tam olarak bilemiyoruz. Çünkü, elimizde yeterli ölçüde bilgi yok. Esasen, kifayetli derecede yapılmış bir açıklama da yok.
Hariçten ise, Türkiye’nin tavrına karşı ardı arkası kesilmeyen eleştiriler ve salvolar var; hatta, ciddî suçlamalar var. Tabiî ki, bunları da inandırıcı bulamıyoruz.
Dolayısıyla, ortada “çok bilinmeyenli denklem”e benzer bazı soru işaretleri ve adeta kronikleşmiş “sorunlar yumağı” var.
* * *
Yukarıda kısmen tasvir ettiğimiz bu karmaşık durum karşısında, bizlerin yapabileceği şey, bilhassa hataya düşmemek ve başkasının günahına şerik olmamak için, aşağıda sıralayacağımız bazı ulvî-kudsî düstûrlarda buluşmaya ve muhkem prensiplerde birleşmeye çalışmaktan ibaret olsa gerek. Meselâ şöyle ki:
* Zalimlerin satranç oyunlarına karşı müteyakkız olmak, dikkatli davranmak, yani onların oyununa gelmemek.
* Daima müsbet hareket etmek, menfi hareket etmemek; yani, “müsbet hareket düstûru”nu vazgeçilmez rehber edinmek.
* Dahilde nizâya, nifaka, şikaka taraf olmamak; kan ve şiddet yoluyla yapılan faaliyetlerden içtinap etmek, uzak durmak.
* Her türlü anarşiye, teröre, bozgunculuğa karşı gelmek ve bunlara hiç bulaşmamak; günahlarına hissedar olmamak.
* Harp belâsını istememek, taraftarı olmamak; boğuşmaları çok yakından takip etmemek, daima sulhtan, asayişten ve diplomasinin işletilmesinden yana olmak.
* Hürriyet, adâlet, cumhuriyet ve demokrasi talebinden hiç vazgeçmemek.
* Milletin ve ümmetin, yani İslâm cemiyetinin huzurunu, vahdet ve saadetini istemek, bunun teminine çalışmak ve bunun için müstecap duâlarda bulunmak.
* Kanın dökülmesine, insan hayatının karartılmasına, ocakların söndürülmesine asla sevinmemek; kezâ, mâsumların zarar görmesine razı ve taraftar olmamak.
* Dostlara karşı mürüvvetkârâne muaşerede bulunmak; düşmana karşı sulhkârâne muamelede bulunmaya çalışmak.
Şüphesiz, bunlara ilâve edilmesi gereken daha başka maddeler de var. Ama, şimdilik bu kadarla iktifa ederek, kısa zamanda sağlanacak bir sulh ve selâmet için bol bol duâ edelim, inşaallah.
***
GÜNÜN TARİHİ: 11 Ekim 1918
Lozan ve Misâk-ı Millî
Halen Ortadoğu’da yaşanan ve bilhassa Türkiye’nin güneydeki komşularıyla yaşadığı sıkıntıların kökü, 20. asrın başlarındaki gelişmelere dayanıyor.
Avrupa zalimleri, I. Dünya Harbi’ndeki perişaniyetimizden de istifade ederek, Osmanlı’yı parçaladılar ve bu bölgede çok başlı devletçikler kurdular. Haritayı da, ekseriyetle onlar (1916 Sykes-Picot) belirledi. Bir kısmını adeta cetvel ile çizgikleri hususu, bakınca apaçık görülüyor.
Yeni Türkiye açısından bir başka gaflet eseri ise, Lozan görüşmeleri esnasında yaşandı. Zira, askerimizin zaferi ve Meclisimizin de ahdi olan “Misâk-ı Millî” Lozan masasında tâvizlerle fedâ edilmiş oldu.
Oysa, bir ismi de “Ahd-i Millî” olan Misâk-ı Millî, Osmanlı Meclisi tarafından 28 Ocak 1920'de oy birliği ile kabul edildi; 17 Şubat'ta da, bu karar ülke ve dünya kamuoyuna açıklandı. Misâk-ı Millî’ye göre “Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalandığı gün (30 Ekim 1918) itibariyle, askerimizin bulunduğu, yani işgal edilmemiş durumdaki topraklar Osmanlı toprağıdır.”
Osmanlı Meclisi’nde, vatan sınırları olarak kabul ve ilân edilen bu yeni harita şöylece ifade edildi: “Mütarake akdolunduğu gün (30 Ekim), ordularımız fiilen bu hatta hakim bulunuyordu. Bu hudut, İskenderun Körfezi cenubundan, Antakya’dan Halep ile Katma istasyonu arasında Cerablus Köprüsü cenubunda Fırat Nehri’ne mülâki olur; oradan Deyrizor’a iner; badehu şarkta temdit ederek, Musul, Kerkük, Süleymaniye’yi ihtiva eder. Bu hudut, ordumuz tarafından silâhla müdafaa olunduğu gibi, aynı zamanda Türk ve Kürt anasırıyle meskûn aksam-ı vatanımızı tesbit eder.”