Hürriyet, kaynağı İslâm’da olan müspet bir cereyan olmasına rağmen; bir kısım Müslümanlarda hürriyete karşı bir çekinme ve yüzleşme korkusu gözlemliyoruz.
Oysa; hürriyet imanın bir özelliğidir. Her türlü istibdat ise, şeriata aykırıdır. Ancak şeriat -hâşâ- istibdada müsait zannediliyor. Zann-ı fasidin aksine mütehakkimâne istibdadın Şeriatla bir münasebeti yoktur. Çünkü; Şeriat, aleme, her nevi baskı ve istibdadı kaldırsın ve insanlar şahane hür olsunlar diye gönderilmiş.
***
Hürriyetin, “başkalarına zarar vermemek şartıyla dilediğini yapmak” şeklindeki tarifine, İslâm ‘nefsine zarar vermemek’ şartını da ekler. Yani “Hürriyetin şe’ni odur ki: Ne nefsine, ne gayriye zararı dokunmasın.”
Bundandır ki; kişi başkasına zarar veremeyeceği gibi, kendine de zarar veremez. Hayatına kastedip intihar edemez, bedenini kasten sakatlayamaz, sağlığına zarar veren ve haram kılınan maddeleri kullanamaz. Sınırsız hürriyet mümkün değildir.
Hürriyet, nefsin esiri olup helal haram demeden her istediğini yapmak değildir. Belki nefsin de emanet olduğu şuuruyla, imtihanda olduğunu bilerek, yaratılış gayesine uygun yaşamaktır. Kendimize, çevremize ve Rabbimize karşı sorumluluklarımızı bilmek insan olmanın gereğidir. Evet; insan hürdür, fakat Allah’ın kuludur. Hürriyetin kemâl noktası, firavunluk taslamamak ve başkasının hürriyetini hafife almamaktır.
***
Duygularına sınır konulmadığı için her insanın fıtratında zulüm, tahakküm ve istibdat meyli mevcuttur. Buna karşılık hak ve hürriyete sahip çıkmak, adalet ve Şeriata taraf olmak, zalim ve müstebitlerle mücadele etmek gibi insanî özellikler de fıtratımıza konulmuştur.
İçimizde iyilik ve kötülüğü temsil eden, beyaz ve siyah iki kurt sürekli mücadele halinde... Hangisini beslersek o kazanacak! Kötülük sıradanlaştığı zaman vicdanlar sus/turul/uyor. Savaş sebebiyle binlerce insanın perişan edilmesine susmayan vicdanlar karşı çıkıyor, zalimlerle yüzleşiyor.
Diğer yandan; binlerce aile perişan olurken vicdanı sızlamayan, iftira atan, ihbar eden, açlığa ve sosyal ölüme terk eden, hatta ‘daha beter olsunlar’ diyen insanların /Müslümanların vicdanları nasıl köreldi diye şaşırıyoruz.
Bediüzzaman’ın Divan-ı Harbi Örfi’de savunma yaparken zulmeden idarecileri haydut olarak vasıflandırması çok orijinaldir:
“İstibdat, zulüm ve tahakkümdür; meşrûtiyet, adalet ve Şeriattır. Padişah, Peygamberimizin (asm) emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir; biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere (asm) tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar.”
Peki, bunlara isteyerek taraftar olanlara, zulmü alkışlayanlara ne diyeceğiz?
***
Evet; gerçeklerle yüzleşmek zordur. Yüzleşerek öğreneceğimiz “gerçek sebepler” yerine, yalanlar, bahaneler, zahirî sebepler inşa eder, suçu başkalarına atarız. Dış güçler, hainler vs…
Yüzleşme korkusuna mevcut bilginin/gerçeğin görmezden gelinmesi ya da ertelenmesi diyebiliriz. Vicdanımızdan doğan ya da bize dışarıdan yansıyan bir bilgiyle karşılaşmak, yüzleşmek, ödeşmek kolay değil.
Hele yüzleşmeden bir sonuç çıkarmak, çıkardığımız sonuçlara katlanmak ve bu sonuçlarla birlikte yaşamaya çalışmak... Bu, toplum kültürümüzde yoktur, ferdî hayatımızda da görmeye alışık olduğumuz bir yaşama biçimi değil sanki. Ne dersiniz?
***
Bediüzzaman ikazını yineliyor:
“Evet, meşrutiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Uyku bes (yeter), siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz. Herkesi bir padişah hükmüne getiriyor; siz de hürriyetperverlikle padişah olmaya gayret ediniz.”
Bu hakikatleri anlayıp özümseyen, kendi yanlışlarıyla yüzleşen, bedelini göze alıp hayatına tatbik eden kaç babayiğit var?