"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Efendimiz (asm) ve provokatörler

Muhsin Duran
05 Ekim 2012, Cuma
Muhabbet çağlayanı Sevgili Peygamberimizi (asm) ve İslâmiyet’i karalamaya çalışan kara adamlar her devirde bulunuyordu, günümüzde de en karaları mevcut.
Son örneği ABD’de türemiş olan Yahudi asıllı Sam Basila adlı herif-i nâ şeriftir. Çevirdiği, “Müslümanların masumiyeti” adlı hiç de masum olmayan fitne filme, İslâm ülkelerinden haklı tepkiler yükseldi.
Libya’da ABD Büyükelçisi ve bazı elçilik çalışanları öldürüldü. Afganistan’da da gösteriler sırasında 3 kişi öldü. Türkiye, Yemen, Mısır, Yemen, Fas ve Tunus, Endonezya’da da protestolar yapıldı.
Daha önce Hint asıllı Selman Rüştü’nün herzesi, sonra Avrupa’nın değişik ülkelerinde, en son da Fransa’da mükerreren Efendimizi (asm) rencide eden, pespâye, provokatif karikatürler neşredildi.
Anlaşılan bu tür davranışlar tarihte, “muharebe-i bil hurufu kazanamayarak, muharebe-i bissuyuf gibi zor olanı tercih eden” dedelerinin, (Kur’ân’ın bir mislini getiremeyip, kılıcı ellerine almalarına rağmen) yenilmelerinin bilinç altına eğitimle yerleştirilmesinden ibaret, zaman zaman nükseden muzır davranışlar olsa gerektir.
Bütün bu olaylar karşısında şimdiye kadar Türkiye dâhil hiçbir İslâm ülkesi uluslararası ciddî bir girişimde bulunmamıştır. Bu nedenle de bütün İslâm ülkelerinin halkı bu zamana kadar bu tür olaylara karşı “iman kuvvetine” aklının, hissinin sevki tabisi oranında tepki göstermektedirler. Böyle olunca da İslâm’ın tebliğine aykırı, hukukuna, özüne, ruhuna uymayan davranışlar iç içe sıralanıp gitmektedir.
***
İsterseniz bu vesile ile Asr-ı Saadet’te şöyle bir tur atalım.
Efendimiz (asm), peygamberliğini açıkladıktan sonra içinde bulunduğu topluluğun reisleri hemen karşı çıktılar. Nedeni ise, insanları köleleştiren, sömüren, putları tanrı kabul eden ve insanlık dışı âdetleri “Dedelerimiz böyle yaparlardı” mantıksızlığıyla kabullenenlerin yerleştirdiği bir düzenin oluşuydu.
Efendimizin (asm) ilk davetine en fazla hakkı yenilen, köleleştirilen insanlar koştu. Varlıklılar reddetti. Bu bir avuç güçsüz zayıf insana, putperest kavimlerince akla gelmeyen işkenceler yapıldı. Efendimiz (asm) de bütün insanların eşit haklara sahip olduğunu, dünyadaki nimetlerin ve insanî değerlerin herkesin malı olduğunu beyan eden İslâm’a davet için Mekke’nin dışındaki kabilelere yöneldi.
İlk ziyaretlerinden birini Taif’e yapmıştı. Burası bir köydü. Mekkeli zenginlerin yazlık bağları, bahçeleri vardı. Taiflilerin Mekkeliler ile dostluk ve komşuluk ilişkileri vardı. Efendimiz (asm) köyün ileri gelenlerine, bir olan Allah’a inanmalarını, putlara tapmamalarını söyledi. Onlar da: “Dâvetinde hayır olsaydı, kendi yakınların ve halkın kabul ederlerdi”1 dediler. Kendisiyle alay ettiler. Sonra da çocuklarını ve ayak takımını kışkırtarak onu ve arkadaşı Zeyd bin Harise’yi Taif’in uzağına kadar taşa tuttular. Öyle ki Zeyd’le birlikte başı, ayakları kan içinde kaldı, bir bağa sığındılar.
Bağda “Cebrail kendisine göründü, seslendi: Şüphesiz Allah, kavminin sana neler söylediğini işitti; şu dağlar meleğini gönderdi, kavmin hakkında dilediğini yapmak üzere ona emredebilirsin.
O anda görünen dağlar meleği de, emrine amade olduğunu ve istediği takdirde  Ebû Kubeys ile Kuaykıan Dağlarını müşriklerin üzerine kapanırcasına birbirine kavuşturabileceğini söyledi. Fakat şefkat ve merhamet çağlayanı Resul-i Ekrem’in (asm) arzusu başka idi. Dağlar meleğine şu cevabı verdi:
‘Hayır ben böyle bir şey istemem. İstediğim tek şey Hak Teâlâ’nın bu müşriklerin sulbünden, Allah’a hiç bir şeyi ortak koşmaksızın ibadet edecek bir nesil ortaya çıkarmasıdır.’
Peygamber Efendimizin maksat ve gayesi, insanları bedduâlarla yok etmek, belâ ve musibetlere uğratıp perişan etmek değildi; aksine, insanların imana kavuşması, hidayete ulaşması ve bu dünyada olduğu gibi ikinci dünyada da ebedî saadete ermesi idi. Her adımını bu gayenin tahakkuku için atıyor, her hareketini bu ulvî maksat için yapıyor, her teşebbüsünde bu eşsiz hedef bulunuyordu.  Bu sebeple her dakikası bir nevî ibadetle geçiyor ve her ânı nurlu bir manzara olarak maziden istikbale akıp gidiyordu.”2
***
Efendimiz (asm) bir keresinde arkadaşlarıyla seferden dönüyordu. Çok yorulmuşlardı. Ashabının her biri bir köşeye istirahata çekilmişler, onu da rahat etsin diye yalnız bırakmışlardı. Efendiler Efendisi bir müddet istirahat buyurduktan sonra bir ses duydu, hemen uyandı. Baş ucunda müsellah, kılıç elinde bir müşrik şöyle sesleniyordu:
“Söyle bakalım ey Muhammed şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” Efendimiz gayet telaşsız, sekinet içerisinde, üzerinde korkudan bir eser olmadığı halde yüksek bir sesle:
“Allah!” dedi. Efendimizin kararlı yüzü, heybetli sesi karşısında müşrik şaşkınlıktan titremeye başladı. Elindeki kılıç yere düştü. Yere düşen kılıcı Efendimiz (asm) eline aldı ve seslendi:
“Ya benim elimden seni kim kurtaracak!” Müşrik yalvarmaya başladı. Zaten Efendimiz böyle ele düşmüş kimselere bir şey yapmazdı. Onun görevi öldürmek değil yaşatmaktı, ebediyen yaşatmak, affetti. Adam çılgınlar gibi sevinerek kavmine gitti, sevincini şu sözlerle ilân ediyordu:
“Ben insanların en hayırlısının yanından geliyorum.”
***
Mekke’nin fethedileceği, Fetih Sûresiyle önceden müjdelenmişti.
Efendimiz tüm hazırlıklarını yaptı. Mekkelilere haber gönderdi. Geçmişte Müslümanlara eza, cefa yapmış olan herkesin affedildiğini bildirdi:
Kim kapısını kapayıp evinde oturursa, kim Kâbe’ye sığınırsa, kim (önceleri İslâm düşmanı olan yeni iman etmiş) Ebu Süfyan’ın evine sığınırsa emniyettedir, buyurdu.
Nihayet Mekke’ye girmek için İslam ordusu dört kola ayrıldı. Efendimiz kumandanlarına şu talimatı verdi:
“Size karşı konulmadıkça, size saldırılmadıkça hiç kimseyle çarpışmaya girmeyeceksiniz, hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz.”
Mekke’ye girişte Efendimizin kendileri de devesi Kasva’nın üzerindeydi. Yine dilinde muhteşem duâlar vardı, bu mübarek ve muazzam günü gösteren Cenab-ı Allah’a sonsuz hamd ve şükrünü takdim ediyordu. Tevazu ve mahviyetinden mübarek başını öne eğmişti. Öylesine ki, nerede ise sakalı devesinin semerine değiyordu. Bu hâliyle önünde eğilecek tek zatın sadece Kâinatın Yaratıcısı Cenâb-ı Hak olduğunu bütün insanlığa ilan ediyordu. Aynı zamanda ashabına da, başarıyı verenin sadece Yüce Allah olduğunu, insanların ise başarının sebeplerini hazırlamakla vazifeli bulunduklarını ders veriyordu.
Halbuki, insanlık tarihi boyunca çoğu kez muzaffer komutanların, aldıkları şehre seçilmiş bir at üzerinde mağrur bir edâ ile başları göğe değiyormuşçasına, zafer sarhoşluğu içerisinde, ceset yığınlarını çiğneyerek girdiklerini biliyoruz.
Kumandanlara verilen emirlerden birisi de; Mekke ve Medine halkı arasında fitne çıkarmada öncülük yapan provokatörlük yapmada ileri gitmiş kimselerin aftan istisna edilmiş olmalarıydı. Bu kişiler görüldükleri yerde, Kâbe’nin örtüsü altına sığınsalar bile öldürüleceklerdi. Onlar da şunlardı:
İkrime b. Ebi Cehl, Abdullah b. Sa’d b. Ebî Serh, Habbar b. Esved b. Muttalib, Huveyris b. Nukayz, Mikyas b. Subabe el Leysî, Abdullah Hilâl b. Hatal, Hint binti Utbe b. Rebia, Şarkıcı Sâre, Kureyne ve Ernebe.
Bunların işledikleri suçların başlıcaları; irtidat (Müslüman olduktan sonra tekrar müşrikliğe dönme), İslâm’a ve Müslümanlara aşırı düşmanlık, işkence, katillik, Resûlullah’ı ve Müslümanları küstahça hicvetme gibi affa sığmayacak suçlardı.”
Efendimizin fitneciler, provokatörler, caniler dışında bütün insanlara, hatta diğer canlılara gösterdiği olağanüstü merhameti bilen bir insanın O’na düşmanlık göstermesi asla mümkün değildir.
***
İslâm adına bilinmesi gereken şu kesin bilgileri de  sıralamadan geçmeyelim.
İslamiyet’in temeli; Tevhid, Nübüvvet, Haşir ve Adalet’tir. Adalet; hakkı hak sahibine vermek demektir, yoksa zulüm olur.
Kur’ân-ı Kerim’deki adalet ilkelerinden birisi de; “Hiç bir günahkâr diğerinin günahını çekmez”4 Suçu kim işlemiş ise cezanın ona verilmesi gerekir, bir başkası cezalandırıldığında zulüm işlenmiş olur. Bu kural bugünkü ceza yasalarında da var olan evrensel bir hukuk ilkesidir.
Kişilerin veya bir grubun cezalandırma hakkı yoktur. Bu hak tamamen devlete aittir. Otoriter yetki devletindir. Yoksa anarşi ortamı oluşur, bundan da tüm Müslümanlar zarar görür. İslâm dini buna müsaade etmez.
Günümüzde olduğu gibi, İslâm’a ve büyük bir aile olan Müslümanlara yapılan sataşmalara karşı savunma hakkını İslâm devletleri kullanmadığı takdirde, kişisel savunmalara yol açılmış oluyor ki bugün İslâm dünyasında böyle bir boş alan vardır. Bugünkü dünyamızda, Müslüman ülke idarecileri acilen bu boşluğu doldurmalı, ciddî yaptırımlar kullanarak konuyu milletlerarası hukuka, milletlerarası kurum ve kuruluşlara taşımalıdırlar. Bunu yapmak günümüzde zor olmasa gerek. Nitekim yakın tarihimizde bunun örneği de vardır:
İkinci Sultan Abdulhamid Han, hilafeti zamanında Fransa’da başlayıp İngiltere ve İtalya’da devam edecek bir Tiyatro oyunu için: “Bu oyun ülkenizde ve başka ülkelerde gösterildiği takdirde sizinle olan bütün ilişkilerimiz sona erecektir” diye Fransa’ya ciddi bir nota vermiştir. Daha sonraki yıllarda böyle bir konu asla gündeme gelmemiştir.
Bendeniz bu küçük ilânımla, İslâm dünyasında böyle liderler arıyorum!
Şu fetret döneminden sonra, mutlaka ortaya çıkacağına da inanıyorum?
 
Dipnotlar:
1- Büyük İslam tarihi-Çağ yay.
2-3- Kâinatın Efendisi – Salih Suruç
4- Zümer sûresi-Ayet:7
Okunma Sayısı: 1851
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı