09 Kasım 2011, Çarşamba
Bundan 40-50 sene önce insanlar yer sarsıntısına “zelzele” derlerdi. Bu isimlendirme Kur’ân kaynaklı bir isimlendirme idi.
Kur’ân-ı Kerim’in 99. sûresi “Ez-Zilzâl” yani deprem sûresidir.
Esasında Kur’ân’daki bu sûre gibi bir çok sûre tabiattaki varlıkların adlarıyla anılırlar: Neml-Karınca, Nahl-Arı, Hadid-Demir, Ankebut-Örümcek, Şems-Güneş, Necm-Yıldız vb.
Zilzâl-deprem sûresi; kıyametin kopmasından, insanların yeniden dirilip hesap vermesinden, herkesin iyi ya da kötü ettiğiyle karşılaşacağından bahseder.
Bu sûre Nisa Sûresi’nden sonra Medine’de inmiştir. Sûrede Allah (cc) ileride olacak olaylardan şöyle bahseder:
“Bismillahirrahmanirrahim
“1, 2, 3, 4, 5- Yer küre kendine has sarsıntıyla sallandığı, toprak ağırlıklarını dışarı çıkardığı ve insan: ‘Ne oluyor buna!’ dediği vakit, işte o gün (yer) Rabbinin ona bildirmesiyle bütün haberlerini anlatır.
6- O gün insanlar, amellerini görmeleri (karşılığını almaları) için darmadağınık geri dönüp gelirler.
7- Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür.
8- Kim zerre miktarı şer işlemişse onu görür.
[Yerin ağırlığını dışarı çıkarması bir kaç türlü tefsir edilmiştir: 1- İçindeki hazineleri dışarı çıkarır. 2- Kabirdeki ölüler dirilir. 3- Yer altındaki madenler, gazlar, yanar durumda olan lavlar dışarı fırlar. (Diyanet vakfı meâli.)]
***
O halde bu sûrede bahsi geçen zelzeleyi bölgesinde fay hattı olmayanlar, çelikten yapılmış kalelerde veya kayalar oyularak yapılan evlerde oturanlar da mutlaka görecek.
Nasıl ki, tedbirini almadığımızda veya unuttuğumuzda depremin olmasını önleyemiyorsak, Kur’ân’ın olacağını haber verdiği bir olayı, bilmemek ve öğrenmemekle de ilerde böyle bir olayın yaşanmayacağını söyleyemeyiz.
Bütün felâketler, özellikle de zelzele felâketi için en büyük haslet yardımlaşma ve dayanışmadır. Bu güzellik esasen her insanın fıtratında var olmakla beraber bizde dinimiz İslâm’ın öğretileriyle korunmuş, biraz daha öne çıkmıştır.
Bu necip millet, tarih boyunca sınır tanımaksızın, menfaat beklemeden dünyanın her yerine yardım elini uzatmayı kendisine vazife bilmiştir. Bu hal son yıllarda o kadar muhteşemdi ki, zaman zaman TV ekranlarında gözlerimizi yaşartan bu sahneleri huzurla izliyoruz.
***
Deprem dolayısıyla, gündem gereği TV programları düzenleniyor. Konunun uzmanlarının fikirleri alınarak halkı aydınlatmaya çalışıyorlar. Bunlar gerçekten yararlı programlar. Ancak, bu programlara aynı zamanda bir de dinî otoritenin, ilâhiyatçının dâvet edilmemesi programların en büyük noksanı. Deprem, hastalık, yangın, sel kısacası arzî ve semavî musîbetler hakkında İslâm dini adına söylenecek o kadar yararlı, güzel şeyler var ki... Tedbirli olmak, sabretmek, dürüst olmak, cömertlik, başkalarını kendi yerinize koymak gibi canlı tutulması gereken hatırlatmalar, bu ortamda insanımıza en büyük yardım olacaktır kanaatindeyim.
Ayrıca, bir olayın İlâhî boyutunun olduğunu söylememekle bir hakikati ancak gizlemiş olursunuz. Hakikati gizlemek ise ilmin izzetine aykırıdır. Böyle bir tutumla toplumda hem şüphe uyandırır, hem de felâketzedeleri gerçek bir teselliden mahrum bırakmış olursunuz. İyi ya da felâketli olayların Kur’ân perspektifinden de açıklanmasına insanımızın ekmek, su, hava kadar ihtiyacı vardır. Akademik söylem ve bilgileri halkın bir kısmının algılamasında, kabullenmesinde dinî motiflerle ifade etkili olacaktır.
Peki niçin programlara ilâhiyatçılar çağırılmaz? Bunun bence iki sebebi var: Birincisi bazı çevreler hâlâ “ilim adına dini, fen ilimlerinden uzak görme ve dışlama” ilmî taassubu içerisindeler. İkincisi: Yine bazı medya ve programcıları hâlâ 28 Şubat psikolojisiyle hareket etmektedir ve çekinceleri vardır. Bu iki önyargı kalktığı zaman zihinlerdeki aslî demokratikleşme de gerçekleşmiş olacaktır inşaallah.
Medenî olmanın bir kuralıdır; felâketzede kim olursa olsun bölge, ırk, dil, din farkı gözetilmeksizin yardıma koşulur. Farklılıklara göre değerlendirmeler herkesçe aşağılanarak reddedilir. Basın yayın organlarındaki farklı ifade ve yorumlar yanlış algılamalar, birbirimizi ne kadar tanırsak o kadar azalacaktır.
Felâket zamanlarında bizler hassaslaşarak sanki bir başka boyuta geçiyoruz. Onun için de söylenen sözler yer, zaman ve ortama göre anlam taşıyor. Sözü söyleyen kimse aynı aileden ise başka, kendisi de felâketzede ise başka, kişinin o felâket ile hiçbir alâkası yoksa daha başka anlam taşımaktadır. Herkes bulunduğu yerin mesafesine göre düşünerek, tartarak, Hak katındaki sorumluluğunu da hesaba katarak söylemeli, yazmalı.
***
Bir kaza, belâ musîbetine uğradığımızda da her sözden alınmamalıyız. Rabbimizle irtibatı arttırmalıyız. O’na teslim olmalıyız. Ağzımızdan asla isyanı çağrıştıracak bir söz çıkmamalı.
Madem ki inandığımız, güvendiğimiz Yüceler Yücesi “Allah her şeye kadirdir.” Bizim O’na, O’nun da bize mutlaka söyleyeceği olmalıdır. O'nunla konuşmalıyız. Evet konuşmalıyız. Zira Mütekellim-i Ezelî (ezelden beri konuşan) Allah (cc) bütün peygamberlerle konuştu, en sonra da Efendimiz’le (asm) konuştu ve hiç konuşmamak üzere sustu mu? Hayır asla ve kat’â. Allah bütün mahlûkatıyla devamlı konuşmaktadır da, benimle mi konuşmayacak? Böyle bir Allah inancı düşünülebilir mi?
O Allah kendisine yöneldiğimde benimle de konuşmak istiyor ve konuşuyor da. Ama benim işlerim yolundayken O’nun konuşmalarını tercüme edemedim. Daha doğrusu (bilinçli bir şekilde) diyalog isteğini reddettim. İbadetimi, tefekkürümü arttırmadım. Benimle konuşmalarını anlamamazlıktan geldim. Tâ ki, tek başıma çözemeyeceğim ağır bir kaza, belâ gelinceye kadar. O zaman ise, ilk önce aklıma Allah geldi. Normal zamanlarda O’nunla konuşma edebini, âdâb-ı muâşeretini geliştiremediğim için de hemen O’na hesap sormaya kalkıştım: “Allah’ım bunu bana neden verdin?” diye. Bu hesaplaşmada nefsime yardımcılar da buldum. Başta tesellici dostlar. İlim, bilim adamları... Hepsi büyük büyük isyankâr, bir harman dolusu lâflarla güya beni teselli ettiler. Eğer Rabbimle normal hayatta diyaloğum olsaydı felâket esnasında da her şeyin olağan olduğunu bilmem, hatta bu felâketi sabır ve tevekkülle, bir lütuf ve ikram-ı İlâhiye çevirmem mümkündü. Felâket anında dünyanın öbür ucundaki insanlar bana yardım elini uzatıyor da, Allah’ın kudret gözü, kudret eli benim üzerimde olmaz mı?
Bu ve buna benzer soruların cevabını felâkete uğrayan kulların, tefekkür ederek bulması gerekiyor. Böyle bir anda, musîbetzedenin Rabbine söyleyeceği öyle nazlı, niyazlı sözler vardır ki, felâket anları bu sözlerin menbâı rahmet, mağfiret, lütuf ve ikramın mahzenidir.
***
Bir anne: "Param yok, ama depremzedelerden birisinin çocuğunu emzirebilirim” diyor.
Demek biz aynı ailedenmişiz. O çocuklar, taş atanlar da bizim ailenin çocuklarıymış. Bu annenin sözleri, İslâm tarihindeki Ensar-Muhacir yardımlaşmasının milletimizde de varlığının ispatıdır.
***
Ben inanıyorum ki, bu zelzele; bunca yıldır topla tüfekle bitirilemeyen bölücü eşkıyaya en büyük darbe olmuştur. İnsanımız arasındaki “katillikten de beter fitne” ateşini söndürmüştür.
Bölücü, hileci ve tuzakçı eşkıya, artık kardeşler arasına eskisi gibi giremeyecektir. Zîrâ, bir hafta gibi kısa bir sürede kardeş kardeşe nasıl da hasret kaldığımızı gördük.
Rabbimin bir kaza kalemiyle, daha büyük bir belâ olan fitne kazanını devirdiğine inanıyorum.
Teknik, teknoloji ne kadar ileri olursa olsun arzî ve semavî musîbetlerden tamamıyla kurtulmak mümkün değil. Bu düşünceyi Amerika’daki, Japonya’daki felâketleri TV’den izlediğimde içimden geçirmişimdir. Tedbirleri âzamî derecede alanların can zayiâtını azalttıkları da önemli bir gerçek.
Bu depremde, milletçe ne yazık ki, bizim de ocağımızın, evimizin bir parçası göçtü. Bir gün mutlaka herkesin aile tablosu bozulacak. İşte bu bayram 600 kişi ailesiyle bayramlaşamadı, kahvaltı yapamadı; birbirinin o güzel simalarını göremedi, seslerini, sıcaklıklarını duyamadı. Ama Cennet bahçelerinin, Cennet saraylarının yolu insanoğlu için böyle zorlu, acı bir geçitten geçiyor bazen. Hiç oraya güle oynaya giden bir babayiğit gördünüz mü?
Rabbim, onları ve bütün dostlarımızla bizleri Cennet bahçelerinde buluştursun. (Âmin).
Okunma Sayısı: 4466
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.