"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

İçimi kanatıyor

Muhsin Duran
14 Eylül 2013, Cumartesi
Yıllar yılı Filistin’de, Irak’ta, şimdi de Suriye’de, Mısır’da kısacası İslâm coğrafyasındaki olaylarda kalabalıkların dehşetli, telâşlı, korkulu bakışları altında sallar üzerinde taşınan ölü ve yaralı görüntüleri içimi kanatıyor.

Olanları, bir şey yapamamanın ezikliği içinde bir canlı varlık olarak, bir insan olarak, hele de bir Müslüman olarak seyrediyorum. İntihar saldırılarını ise, bir vahşet olarak niteliyor sonrası koşuşturmacaları asla kabullenemiyorum. Bazen telâşlanıyorum, bazen “Biz hayatımıza bakalım” diye düşünüp bir başka mahlûk oluyorum. Bazen de vicdanıma, imanıma, insanlığıma engel olamıyor, gözyaşlarıma sığınıyorum.
Hani gittiğiniz yolda ağır bir trafik kazası olmuştur. Siz de arabanızı durdurup seyre dalarsınız. “Nasıl olmuş, neden olmuş, kaç kişi ölmüş” diye merakınızı giderirsiniz. Daha da ileri gidip yaralanan veya ölenlerden bir tanıdık isim çıkabilir mi diye ciddî ilgilenirsiniz. Fakat o da ne? Hem de hepsi de tanıdık, bildik çıkmasın mı? O dehşet anını tarife, tasvire hiç imkân olabilir mi?
İşte ben de o saldan tabutların içindeki o gençlere merak saikasıyla bakarım. Acaba tanıdık mı diye. Ne gariptir ki hepsi de tanıdık çıkar. Her seferinde de onların ismi; Hasan, Hüseyin, Mustafa, Mehmet, Talha, Muhammed’dir. Hepsi de bizden isimlerdir.
En akıl almazı da, ölenin de öldürenin de Müslüman olmasına rağmen “Allah-u Ekber!” diye bağırıyor olmalarıdır.
Aman Allah’ım ne dehşet! Bir Müslüman’ın, İslâm’ın en yüce şeâirini-bayrak sözünü başka bir Müslüman’ı öldürürken kullanması. Böyle bir İslâm öğretisini hangi kitaptan öğrendiler acaba? İslâmiyet’te böyle bir ibare olabilir mi?
Halbûki Müslümanların hepsinin de kitabı olan Kur’ân-ı Kerîm’in en birincil sözü, “Müslümanlar birbirinin kardeşidirler” âyetidir ki bunu bilmeyen sanırım yoktur. Ama heyhat uygulayan?
Bu Müslümanlar Hicret esnasında sergilenen Ensar-Muhacir kardeşliğini bilmezler mi?
Bu Müslümanların Vedâ Hutbesinde Efendimizin (asm) “Mü’minin mü’mine malı, kanı, namusu haramdır…” sözlerini hâlâ duymama ihtimalleri olabilir mi?
Vemine’l-garâib, bu nasıl bir iman ki?
Ey milletlerinin huzurunu istediklerini iddia eden idareciler, ulülemirler ve de ellerinde silâhlı güç bulunduran askerler! Sizler nasıl bir başsınız? İnsan vücuduna, halkına böyle davranır mı? İnsanlarınızı kurşunlayacak kadar bu hırs, bu kin, bu gözü karalık nedir? Bu kanlar daha dünyada iken rüyalarınızda sizleri boğmayacak mı? Mahkeme-i Kübra’ya inanmıyorsanız siz daha burada bitmişsiniz demektir. Değilse Âkif’in:
“Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta, /
 Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi” diye nitelendirdiği cahiliye döneminin canavarlarısınız demek ki.
Şu yönüyle konu sosyologları, siyaset bilimcileri ilgilendirir. İslâm ülkeleri, İkinci Dünya Savaşından sonra başlayarak dünyada gelişen demokratikleşme sürecinde kendi iç yönetim dönüşümlerini henüz tamamlayamadılar. Bu dönüşüm Batıya oranla biraz geç başladı ve çok yavaş yol alıyor.
Bunun, çok sebeplerinden önemli birisi, bu ülkelerde eğitim seviyesinin Batıya oranla hayli düşük oluşudur. Diğer önemli sebebi ise; Müslüman halkın çoğunluğunun demokrasi, cumhuriyet, hürriyet, özgürlük gibi toplum ve yönetilişle ilgili terim, tabir ve deyimlerle kafası karışıktır. Öyle ya, bir kısmı bizim iken Batıya gitmiş unutulmuş, bir kısmı ise Batıdan bize geçmiş olan bu tabirlerin İslâm ve Şeriatta yeri nedir, ne değildir?
Elbette geçen bunca zaman ve süreç içerisinde onların da, bu terminolojilere bir izah, bir bakış açısı getiren din önderleri, bilim adamları, siyaset liderleri (Seyyid Kutub, Hasan El Bennâ, Ezher hocalarından hiç değilse bir kısmı) vardı. Fakat ülkelerinin yönetimlerindeki katı siyasî baskılar, takipler dolayısıyla olmalı ki, geniş kitleler bu önderlerden yeterince istifade edemediler. Kaldı ki onlardan bazıları da, ‘Batı kökenli’ olduğu için en azından demokrasi ile kavgalı idi. Halk bizdeki gibi (cemaat grupları olarak) bu önderlerini kendilerine indirgeyerek bir okul, bir medrese, bir üniversite hocası gibi takip edemedi, haftalık, aylık sohbetlerle geniş kitlelere anlayış ve anlatışlarını ulaştıramadılar. Çoğunluk kitle ise onların öğretilerine seviyelerinin üstünde, hiç de kendilerini ilgilendirmeyen hareketler olarak niteledi, ilgisiz ve de bilgisiz tarafta kaldılar. Şimdi ise ağır bedeller ödeyerek o kelimelerin peşinden koşuyor, çok pahalıca bir fiyata öğrenmeye çalışıyorlar.

BU TOPRAKLARIN BİR ‘KIYMET’İ..
Türkiye’de bu iş farklı gelişti. Bir gerçeğin ifadesi olarak ifade eldim ki, ulema camiasından bahsi geçen “demokrasi ve cumhuriyet” terim veya tabiri konusunda ilk aydınlatıcı izahı Bediüzzaman üstlenmiştir. Zira Cumhuriyete geçiş döneminin inkılâpları redd-i miras üzerinden yapıldığı için bilhassa halkla yakın temasta olan Türk uleması haklı olarak cumhuriyet ve demokrasi deyimlerine uzun süre ihtiyatla yaklaşmışlardır. Onlar cemaatlerinin bu husustaki sorularını, din adına olumsuz uygulamaları gördükleri için ciddî bazı kaygı ve kuşkularından dolayı çoğunlukla menfi cevaplamışlar veya en azından net bir cevap vermemişlerdir. Hâlbuki yirminci asrın başlarında henüz İslâm ülkelerinin siyaset literatüründe yeni yeni seslendirilen bu tabirlerin tarifini, İslâmiyetle olan-olmayan ilişkisini net bir şekilde Bediüzzaman seslendirmiştir. İlmî otoritesi diğer ulemaca da kabul edilmesi dolayısıyla bu tarif ve tavsifata hatırı sayılır, lider seviyesindeki din âlimlerinden bazıları, “Bediüzzaman dediyse bir hikmeti vardır” yaklaşımıyla ses çıkarmamıştır. Demokrasi, cumhuriyet, hürriyet ve daha önceden de meşrûtiyet tabirlerine “etrafını cami, ağyarını mâni” bir tarifle eserlerinde izahat getirmiştir. Bu da Müslümanların bakış açısında öncü rol oynamıştır.
“Bunları söylemenin ne önemi var ki?” denilebilir.
Bugün İslâm ülkelerindeki kıyametler yakın geçmişte anlamamakta direndiğimiz bu kelimeler etrafında kopmuyor mu?
“Ekmeksiz yaşarım hürriyetsiz yaşayamam” sözü ile daha o günlerde insan onurunu koruyan ve insanın özgürlüğünü zirveleştiren bir ifadenin sahibi olmuş Bediüzzaman. “İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar” ifadesiyle o hürriyetin en uçtaki sınırlarını çizmiştir. Onun ifadesinde demokrasi ise, kelime olarak her ne kadar İslâm lügatlerinde olmayıp Grek kültürünün bir deyimi olsa da, içerisi “meşveret, şûrâ ve adalet” ile doldurulduğunda meşrûiyet kazanmakta ve bizden bir deyim olmaktadır. İslâm kaynaklarında da buna hiçbir engel bulunmamaktadır.
Cumhuriyet hakkında ise bu topraklarda bile daha cumhuriyet kurulmadan önceki fikirlerini şöyle beyan eder:
“Orada (mahkemede) benden sordular ki: ‘Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?’
Ben de dedim: ‘Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman, şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten, taneleri karıncalara veriyorum.’ 
Sonra dediler: ‘Sen Selef-i Salihîne muhalefet ediyorsun.’
Cevaben diyordum: ‘Hulefâ-i Râşidîn; hem halife, hem reisicumhur idiler. Sıddîk-ı Ekber (ra) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reisicumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”1
Mahkemenin vereceği idam kararına, “Sizin mahkemenizin verdiği karar çok arzuladığım Rabbime kavuşmak için bir bilettir” diyen birisinin yukarıdaki sözleri asla rüşvet-i kelâm olamaz. Bu ifadeler bugün için pek anlamlı gelmeyebilir. Ama cumhuriyet ve demokrasi adına insanların haklarının ellerinden alındığı, zindanlara atıldığı, hatta yargılanmadan asıldığı zamanlarda bu sözün söylenmiş olması o kadar anlamlı ki… Olayları okuyabilenler, böyle keskin görüşlü bir tesbitin manasını, o değerleri yakalamak için insanların meydanlardan meydanlara koştuğunu görünce daha iyi anlıyor olsa gerek. 
Bu sebeple, Türkiye Müslümanları bu tabirleri nereye koyması gerektiğini erken dönemde tartışmaya başlamış ve kafasında bir yerlere yerleştirmiştir.
Bu bilgilenme, üniversitelerimiz (diyemeyeceğim, zira onlar uzun zamandan beri çoğunlukla milletinin özgürlüklerini kısıtlayan tarafta rol aldılar) de bazı öğretim elemanlarının, siyasetçilerin, halka açık muhalif-muvafık TV, basın yayın araçlarıyla aydınlatıcı konuşmaları, konferanslar, açık oturumlar ve seminerlerle hızlanmıştır.
Ama asıl olan bu terim ve tabirleri Müslüman toplumun benimsemesi için İslâmla bağdaşıp bağdaşmadığı idi ki, bunun önü bizde İslâm ülkelerine göre erken dönemde açıldığının altını çizmeliyiz.
Yine Bediüzzaman’ın bugün olanları anlamaya yarayacak, ufuk açıcı bir tesbiti de orijinal ifadeleriyle şöyledir:
“Devletler, milletlerin hafif muhârebesi, tabakât-ı beşerin şedid olan harbine terk-i mevkî ediyor. Zîrâ beşer, edvârda esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecîr olmuştur; onun yükünü çeker, onu da parçalıyor.
Beşerin başı ihtiyar; edvâr-ı hamsesi var. Vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet, esâret, şimdi dahi ecîrdir, başlamıştır, geçiyor.” 2
(Artık cephelerdeki savaşlar, yerini aynı milletin sınıfları arasındaki felsefe ve fikir savaşlarına bıraktı. İnsanlık geçmiş devirlerde köleliği kanıyla yok etti. Şimdi ise haksızlığa, zulme uğramaktadır. İnsanlığın başı dört devir gördü; vahşet, bedevilik, kölelik, esaret şimdi de adaletsizliğe isyan başlamıştır onu da parçalayacaktır.)   Türkiye ve İslâm ülkeleri yeni nesillerine, kültürlerinin temelleri olan İslâmı kaynaklarından öğretemedi. Daha doğrusu İslâmı tahrif etmeyerek, modern hayatı da dışlamayarak bir öğreti metodu hâlâ geliştiremedi, uygulayamadı.
Okuttuğum öğrencilerimden gördüğüm kadarıyla Müslüman Türk çocuklarının çoğunluğu bir Fransız, bir İngiliz, Alman kadar Kur’ân’a yabancı. Kur’ân-ı Kerîm hakkında düzenli, programlı bir bilgi almış değil. Bu da bizi korkutuyor.
Başta Türkiye olmak üzere, İslâm ülkelerinde bilim, teknik, teknoloji ve de gençlerin nefislerine sınırsız bir özgürlük alanı vaat eden yabancı fikir, ideoloji veya idealler hızlı, engelsizce yerleşmektedir. Bu yayılmacı, istilâcı, nefsi okşayıcı yabancı kültür, daha şimdiden birçok ailelerde anne-babaları çocuklarından ayırmıştır.
Sonuç itibariyle, eğer gençliğimize bu toprakların en geniş tabanlı ortak paydası olan İslâmiyet’i, tedrisat yoluyla, çağı da anlatan yeni bir metotla öğretmez isek, kültürümüze yabancı inanç ve akımların bu toprakların çocuklarını da birbirine düşürmesinden korkulur.

Dipnotlar:
1- Tarihçe-i Hayat, s. 357.
2- Sözler, s. 649.

Okunma Sayısı: 1100
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı