Zeytin. Cennet meyvesi. Peki ölmez mi? Ölür ancak çok uzun yaşar, öyle ki adeta ölmez gibidir.
Niceler önünde ölür, söner gider de hiç biri onun öldüğünü görmez. Peki uzun ömürlü başkaları varken “ölmez ağaç” niye zeytindir? Akdeniz’i diğer havzalardan en ayırt edici ve Akdeniz coğrafyasının tamamını yeme-içme başta olmak üzere, kültürel olarak da âşinâlaştıran sembolik bir bitkidir. Dayanıklıdır, nazlı değildir. En önemlisi de mahsulü zeytin ve zeytinyağı. Zeytinyağı, ekmeği yenilebilir kılar, belki hiç zararı olmayan tek yağdır, en güzel yeşillerden biri olan rengiyle bir şifâ hazinesidir. Binlerce yıldır Akdeniz'in en değerli, yararlı ve kullanışlı mahsûlüdür. Hayatımızda oynadığı bu merkezî rolden dolayı ona: “Ölmez ağaç” denmiş.
Bir de hakikaten “ölmez ağaç” vardır. Hükmü ezelî ve ebedî olan Kelâmullah. Zeytin ağacı gibi ama ötesinde, kendisinde hayat bulan efradı için câmî, muarızlarına mâni, ama yine de efradı olmaya davet eden bir semboller yumağı, manevî ve sonsuz bir şifâ kaynağı. Zeytinin tüm Akdeniz’i birbirine âşinâ ettiğinden daha fazla, iman hakîkatleri de tüm İslâm beldelerini âşinâ, mümin gönülleri birbirine enîs ve mûnis ediyor.
Kur’ân-ı Kerîm ile ilân edilen o hakîkatler öylesine “Ölmez ağaç”tır ki; tam, “belki bin seneden beri tedârik ve terâküm edilen müfsit âletlerle” İslâmı imhâkârâne bir yol bulunduğu sanılan hengâmda, muhkem bir şekilde hızla sütunlaşan, taze ve geniş dallarıyla, diğer yorgun veya taze filizlenmeye çalışan dallar için de ahirzamanın sert esen rüzgârlarına, kavurucu sıcağına karşı muhafaza sağlayan “Risale-i Nur” adlı bir filiz verir. Kur’ân’ın cevapları bitmemiştir. Etrafındaki, yıkıldı sanılan surlara bedel en muhkem sur bizzat Kur'ân’ın kendisidir.
Bu “ölmezlik”, her devirde ter ü taze olan hakîkatleri, asliyetine uygun bir şekilde o “asrın idrâkine söyletebilmenin” neticesidir. Risale-i Nurlar da Kur’ân’dan nebean ederek, Mevlâna Hazretlerinin “pergel” metaforundaki gibi bir ayağını lâyetezelzel şeriat zeminine basıp diğer ayağıyla tüm dünyayı dolaşıyor, “yalnız bir cüz’î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor, belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor.” Bunu tecdid ile ama yine de “asılda olan” ile yapıyor ve bu “ölmez”, cedîd ama yine de sabit muhkemliğe sadâkat, asrın fırtınaları ne kadar değişken, dehşetli, müfsit, takip edilemez olursa olsun, gölgesine girenleri hatta gölgesinin kuvvetiyle, çevresinde dolaşanları maddeten ekseriyetle, manen ise daima muhafaza ediyor.
Değişen hadiseler fakat sabit ihtiyaçlar karşısında, Kur’ân’ın asrî filizi olan Risale-i Nurların metni ve kimliğini daima esas alıp: “Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidat-ı ukalâ mahkemesinden tarih celp namesiyle celp olunsam, yine bu hakikatleri, tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim.” tenbihine riayet edilmeli ki, “metin yok sadece yorum var” dedirtecek denli kimliksizleştirip sulandıran yahut “şerh ve izah yok sadece zâhirî ibare var” deyip câmidleştirerek, müceddid “ölmez” manayı örten yaklaşımlarla, son derece İslâmî görünse de diyanet ve siyaset âlemindeki, mahiyeti henüz tam kavranamayan, dehşetli vartalara düşülmesin veya asliyete tamamen uygun bir açılım yapıldığında da vartaya düşüldü sanılmasın.
Allah “ölmez ağacın” gölgesindeki itidal ve vasattan ayırmasın.