Bayram: Millî, dinî ve özel olarak kutlanılan sevinç ve coşku günleridir, diye tanımlanır.
Sevinç, coşku ve hazzın zirve yaptığı merasimler, ismi bayram olmasa da bayram addedilir. Bu özellikleri taşımayanlar, adı bayram da, olsa zindan addedilebilir.
Bu vesileyle dünyevî bayramlar da, millî ve dinî bayramlar diye ikiye ayrılır. Burada merak konusu şu olmak gerektir: Acaba her bayram için o sevinç ve coşku söz konusu mudur?
Bu meselede belki mukayese gerekmez çünkü; konumları farklıdır veya kıyas edilemez gibi mülâhazalar da olabileceği gibi herbirini savunan insanlar da olabilir. Zira “Kat’ı dildarı kimisi servi okur kimisi elif/ Cümlenin maksudu bir amma rivayetler muhtelif” denilmiştir. Fakat işin gerçeği şu ki; kim ne derse desin “Tarihin her döneminde sosyal hadiselerin, daima en büyüğü ve mühimmi din meseleleri olmuştur.” Çünkü; insanların neticede en büyük endişeleri saadet-i ebediyedir. Dünya zaten geçicidir denmektedir. Aklı başında insanı, fani işler işba etmez ve o ani fani sevinçlere tav olmaz, ona bayram da, denmez. Bediüzzaman, “Dünya öyle bir meta değil ki bir nizaa değsin” diyor. Demek asıl bayram; bedende değil ruhta, fanide değil bakide olmalı.
Bu insanlık ne ideolojik bayramlar yaşadı ki, şimdi onların yerinde yeller esiyor; bir mesele halka mal olmazsa yaşayamaz.
Meselâ; Bediüzzaman meseleyi halka mal etmek için “Ben dindar bir cumhuriyetciyim” diyor. Fakat cumhuriyeti ideolojileştirenler milletten koparıp birkaç cuntacıya peşkeş çekti, onlar da bayram olmaktan çıkarıp protokola münhasır ettiler. Yoksa elbette millî bayramlara motivasyon için ihtiyacımız var. Hele bir de dinî şifreler taşıyıp ahlâkımızı takviye ederse değme keyfine. Fakat, bol miktarda ideoloji sosu, sinsi bir siyaset süsü katıldıysa çekilmez hale gelir ve öyle bir bayram olmasa daha iyi olur.
İşte onun için Bediüzzaman bu milletin bu hale düşme sebepleri bilmana dört cümlede özetler:
1- İstibdada cumhuriyet adını vermek. 2- Keyfi küfriye kanun namını takmak. 3- Ahlâksızlık ve sefahatin adını medeniyet koymak. 4- İlhadı (dinsizliği) rejimin teminatı altına almaktır.
Demek butün bu sıkıntıların temelinde bu gibi illetler yatıyor. İşte onun için bu millet ne bayramından bir zevk alır, ne de, seyranından, adeta hayat olmuş bir zindan.
İşte onun için millet, millî ve dinî hasletlere hasret kalmış. Yoksa o da yalan; bu da yalan, var biraz da sen oyalan.
Bir bilseler ne uğruna bu milletin ebedî saadetiyle oynuyorlar? Bediüzzaman’ın ifadesiyle; dünümüz mezar, çünkü bütün sevdiklerimiz ölmüşler, yarınımız da, mezar, çünkü herkes ölecek. Bu gün ise; sanki casedimizi taşıyan bir tabut gibi... Bu mezarlar ve tabutlar arasında bayram mı olur?
Dinî bayramlar aynı zamanda sosyal hayatın tâ kendisidir, her kesime hitap eder, en derin his; duygu ve mutlulukların kodlarını taşır. Meselâ; ekonomik olarak Ramazan Bayramı fakirleri bu neşeye dahil ederken, Kurban Bayramı bir yıl et yeme imkânı olmayanlara et ziyafeti çeker. Ve hele bir de bayramlık elbiseleriyle, o karnı tok, sırtı pek çocukların bayramdaki neşelerini ve coşkularını seyretmek var ya, o neye değmez? Maalesef bu derinliği millî bayramlarda bulamıyoruz.
Yani dinî bayramlar, çok derin boyutlu sosyolojik hadiseler olup, toplumun bütününü kapsar. Millî bayramlar bir bakıma resmî protokole mahkûm edilmiş ve bu memlekette demokrasinin katledilişi dahi bayram olarak kutlanmıştır. 27 Mayıs gibi. Ve hâlâ öyle ucubelerin tortuları devam ediyor.
Dinî olursa; hem dini, hem dünyayı kapsıyor. Hem psikolojik rehabiltasyonlar yaşanıyor ve aynı zamanda sosyal barışında vesilesi oluyor, bayramlardaki barıştırılmalar gibi. Yani bunlar sembolik değil, fıtrî ve hayatî hadiselerdir.
En güzeli ise dünyamızın Ramazan, ahiretimizin bayram olmasıdır.