Başlığımızı, malûmu i’lam sadedinde anlayanlara da eyvallah! diyoruz.
Siyaset ve idarenin âlimlerden, tarikatlardan ve dinî cemaatlerden çekinmesi veya korkması elbette insanlığın sosyolojik tarihi kadar eskilere dayanır. Hulefa-yı Raşidin’den sonra, idarelerin Dört İmam’a çektirdikleri zulümler bu korkudan kaynaklandığı gibi, nice ulema ve meşayihin siyasetin zulmüne maruz kalışları da bu yüzdendir. Haklı tarafları var mı bu korkunun derseniz; istibdatta bu korkuya “tedbir“ de denilebilir. Zira tarih boyunca dinin siyasete, dünya mansıp-menfaatlerine ve batıl inançlara alet edildiğini de unutmamamız gerekiyor. Burada bilhassa Şianın takiyye usûlü ile müteaddit defalar siyasetle idareyi ele geçirme teşebbüsleri ve zaman zaman başarılı da olması, tarih boyunca İdarecilerde tarikata karşı bu tür reflekslerin gelişmesine yol açmış. (Şeyh İsmail-i Hıtaî ve diğer İsmailî’lerin yaptıkları.) Haricîlerin devamı sayılan Selefilerde de başka üslûplarda bu kalkışma zaman zaman devam etmiş.
Ancak, siyaset ve idareye talip olmadığını “iki buçuk mürid” mantığıyla ispat eden Hacı Bayram-ı Veliler ile gaza uğruna yollara düşmüş Malatyalı Niyazî-i Mısrîler de bu yanlış korkunun neticesinde gadre uğramışlar. Belki de “iki buçuk mürid” hikâyesi, iftiralarla tehlikeye sokulmak istenen tarikatlarımız için bir kurtuluş yoludur.
Tarikatların usûlü de önemlidir. Bektaşilik, Kadirilik, Şazelilik gibi kimlikleri açık olanlar daha çok siyasetin baskısını gördüklerinden, bilmecburiye idare ve saltanat merkezlerinden uzak yerlerde yaşamaya çalışmışlar. Mevleviliği, Nakşiliği veya Melamiliği daha az tehlikeli gören idare ve siyasetin de kendisine göre gerekçeleri vardı. Sultan ve emirlerin, mütemadiyen şöhretşiar ulema ve tarikat şeyhlerini gözetim ve denetim altında tutmalarının kendi içindeki çarpık mantığını anlamaya çalışırken, bu sıkıntılı labirentlerden kurtulmanın biricik yolunun hürriyet ve şeffaflık olduğunu da biliyoruz. Buraya kadar anlattığımız hususlar, istibdat rejimlerinde cereyan eden vakıalarla ilgili.
Bilhassa Kemalizm merkezli siyasetle İslâm ülkelerini idare etmeye çalışan rejimlerdeki dinî cemaat veya tarikat meseleleri öncesi ve sonrasıyla müstakil ele alınmalıdır.
Kemalistler kendilerinden önceki padişah ve sultanları müstebit ve diktatör kabul ederler, ama Kemalizm ve türevleri de “mutlak müstebit ve zalim” olarak tarihe geçmişler… Meşrû ve açık hanedana mensup padişah veya emirler cemaat ve tarikatları gözetim altında tutarken, Kemalizm bütün bunların hayatına son veriyor kendisince… Yerine de, bid’a ve zulümlerine fetvacı bir müessese kuruyor. (Günümüz Diyanet İşleri Başkanlığı’nı bundan tenzih ederiz.) İstiklâl Mahkemeleri’nde olduğu “muhakeme ve yargılama” infazdan çok sonra yapılıyor. Önce infaz, sonra yargılama! Bu dönemde idare ve siyasetten izin almanın, onlara teslim olarak birlikte çalışma şartına bağlı olduğunu söylememize gerek var mı?
Demokratlar 1950’de seçimlere girdiklerinde, o güne kadar göz yumulan tarikat şeyhlerinin Halk Partisi’ne rey verdiğini birçok hatırada okuyoruz. Demokratik dönemin başladığından habersiz şeyh Halk Partisi’ne rey vermeyecekti de ne yapacaktı, diyenlerin sayısı çoktu geçmişte. Günümüzde de hem tehlikenin ne zaman ve nereden geleceğini kestiremeyen, aynı zamanda devletin maddî-manevî yardımlarından uzak kalmayı istemeyip aynı tercihi yapan şeyhlerin sayıları hatırı sayılır düzeydedir.
Demokratlar da bazı Seyyid bilinen ileri gelenlerle şeyhleri milletvekili yapmışlar. Bunun demokrasiye giden yolda, bazı mahzurlarına rağmen faydalı olduğunu araştırmacılar söylüyorlar. Henüz ferdiyet geleneğinden kurtulamamış Şark temsil edilme şansını buluyordu meclislerde…
Hem Asr-ı Saadet uygulamaları ve hem de doğru demokrasilerdeki adaletli ve şeffaf prensipler, idarenin bu gibi şeylerden etkilenmeyeceğini ortaya koyuyor. Her ferdin hür olduğu bir toplumda, bir şeyh veya dinî lider gelse de, kimseyi doğru sebatından alıkoyamaz. Bediüzzaman’ın mahkeme müdafaalarını ve bilhassa 16. Mektup Risalesi’ni bir de bu adeseden incelemek gerekir.
Tarikatın geleneksel yapısındaki (şura veya demokrasi ile entegre edilmemiş halini) çok iyi bilen İslâm düşmanları, Said Nursî’yi tarikat karesine hapsetmeye çalışıyorlar. Hem kendileri ve hem de talebeleri bu iddiaya sessiz kalsalar, onları hem mağlûp ve hem de mahkûm edeceklerdi. İşin garibi, mahkemelerde mütemadiyen ”Nakşilik” ittihamı ile sıkıştırmaya yeltenmeleri… Yani “Said Nursî sessiz- sedasız devleti ele geçiriyor” vehmini herkese telkin eden din düşmanlarına Bediüzzaman’ın verdiği cevaplara, günümüz tarikat ehli ve dinî cemaat mensuplarının şiddetli ihtiyacı ortadadır.
Hem tarikatların ve hem de cemaatlerin rahatça çalışabileceği ortamın demokrasi olduğunu, Amerika, İngiltere ve Almanya gibi ülkelerdeki dindaşlarımızın organizeli çalışmaları gösteriyor. Almanya’nın en küçük kasabasından metropollerine kadar Müslümanların teşkilâtlandığını Almanya devleti biliyor. Kendi emniyeti açısından söz konusu dernek, cemaat ve çatı organizelerinin adım adım takip edildiği istihbaratları da saklanmıyor.
11 Eylül ve Arap Baharı felâketlerinden sonra; daha bilimsel ve sıkı bir çalışmaya gittiklerini, önceden olduğu gibi İslâm ülkelerinden finansal desteklere göz yumulmadığını medyalarından okuyoruz. Daha doğrusu AB ülkeleri bundan böyle dini cemaat ve tarikatlarımızdan demokratikleşmelerini ve demokrasinin bütün prensiplerine riayeti isteyecektir.
Şu hakikati ifade ile, mevzuyu önümüzdeki yazılarla tamamlamaya çalışalım: Gerek cemaatler ve gerekse tarikatlar, hem Avrupa’da ve hem de Asya’da Kur’ân’a ve İslâm’a sıkıntısızca hizmet etmek istiyorlarsa, öncelikli olarak müntesiplerine “doğru demokrasiyi” ders vermek zorundadırlar.