Başlığımızı mantık dışı ve çatışmacı telâkki edenlerden özür dileyerek bir hakikatin üstünü açalım.
Dünya demokrasilerine ellerindeki kapital ile müdahale eden istibdatçıların medyası, düşüncelerini bütün dünya medyasının manşetlerine taşımaktan çekinmediklerinden, bil mecburiye bu başlığı alıyoruz, yazımıza. İnsanlığın ana çekirdeği aileye materyalizmin bir asırdan fazladır hücum ettiğini biliyorduk. Biliyoruz ki materyalistler, Kadın hakk-hürriyetlerini “feminizm” kimliğiyle sloganlaştırıp, maalesef bir asrı aşkındır dünyaya pazarlıyorlar. Marksizm felsefesiyle Hıristiyanlıkla savaşıp, inançsız bıraktıkları gençleri taraflarına çektiler. Ve 1960’lardaki “Cinsel Devrim” cinnetiyle gerçekleştirdikleri son vuruşlarıyla inanç ve ahlâktaki yarayı biraz daha derinleştirdiler. Karl Marks’ın başlattığı “sınıf çatışmasına” “Ebeveyn-Çocuklar” çatışmasını da katarak kadın ile erkeği karşı karşıya getirdiler.
Bu aileyi tahrip projelerine 19. Yüzyılın son çeyreğinde hız vermiş olsalar da; çalışmanın etap etap uygulamaya konulduğunu bu günlerde daha netçe görebiliyoruz.
Neocon ve neoliberal sermayelere yakın vakıfların (Bu vakıfların dünya demokrasilerine de düşman olduğunu hiçbir zaman unutmayalım) finanse ettikleri vakıfları ve üniversiteleri bilseydiniz, bu konuyu anlamanız daha kolay olacaktı. Dünya politikasında, uluslar arası kurumların idarelerinde ve bilhassa finans dünyasında meşhur olmuş kadınların bu çevrelere yakın üniversitelerde veya bunların burslarıyla okuduklarını öğrendiğinizde, okuduklarımızın komp- lo teorisi olmadığını daha iyi anlayabiliyoruz. Ayraca, bu çerçevedeki şişirilmiş siyasetçiler, bankacılar, kurum idarecileri ve önemli teknok- ratlar arasındaki ilgi bağlarını yapbozun parçaları halinde bir araya getirdiğinizde; ister istemez gözleriniz fal taşı gibi büyüyor.
Semavî dinler kadın ile erkeği elmanın ayrılmaz iki parçası kabul eder. Yaratılış kanunları da bunu gösterir. Kur’ân başta olmak mukaddes kitaplar, “çift çift yaratılışın” temelinden bahs eder. Fakat Allah ile savaşmayı esas alan Marksist materyalistler, bütün yaratılış kanunlarıyla savaşarak “İlâhlıklarını ilân” edeceklerini zannediyorlar. Feminizmi burada bir perde, bir maske olarak kullandılar. Zira Marksist ve Freudist Wilhelm Reich, faşizm ile mücadeleye kadın ve aileden başlamıştı. Bütünleri parçacıklarına kadar ayırıp, “yeni düzenlerini” kuracaklardı. Sermayenin gölgesinde yürüttükleri demokrasi ve yaratılış kanunlarıyla mücadelede, feminizmi bir alet olarak kullanmaya devam edecekler. Belli bir sermayenin himayesinde, onların burs ve imkânlarıyla düzene yerleştirilen bu kadın ordusunun hangi cereyanlara çalıştıklarını tesbit etmek, çok zor olmasa gerek. Belli ülkelerin siyasetlerinde, uluslar arası kuruluşlarda, şişirilmiş milletler arası sivil toplumlarda ve hatta sanat âleminde son zamanlarda sahneye çıkarılan kadınların sicillerini araştırdığınızda, elli sene önce söz konusu karar merkezlerinde programın başlatıldığını anlıyorsunuz.
Zamanımızın Amerika Demok- ratları saflarında dünya arenasına çıkarılan kadınlar henüz çocuk iken imtihan ve mülâkatlarla seçilip dünyanın en kaliteli üniversitelerinde gözetim altında tahsile tabi tutulacaklardı.
Okuyucularımız, meselenin Marksizm düşüncesiyle dünya devrimleri için yetiştirilen kadın olduğunu daima göz önünde tutmalılar. Yoksa bizi dokuz ay boyunca karnında taşıyan ve iki sene boyunca gece uykularını terk eden annelerimiz, aynı yastığa baş koyarak lokmasıyla birlikte kaderimizi paylaştığımız eşimiz, el üstünde tutarak ve yüzündeki sevinç-hüzün dalgalarını takip ettiğimiz kızımız; ablalarımız, teyzelerimiz, halalarımız ve ninelerimiz olarak kadının taşıdığı yüce değeri ve manayı anlayamayana elbette insan denilmez. Materyalizme esir olmuş feministlerin; tabiattan, fıtrattan, mantıktan ve sevgiden ne kadar uzaklaştıklarını şu kavga içinde anlamaları çok zor. Diversity hareketi ve bütün cinsellikleri, yaratılış kanunları rağmına birlemeye kalkışanların, feminizmi de kırıp parçalayıcı günler uzakta değil. Yaratılış ile savaş içindeki neoliberal-neocon cereyanların iktidar savaşlarında, feminizmin de diğer unsurlar gibi parçalanacağı kesindir.
Anlaşılıyor ki deccal de süfyandan aldatmayı öğrenmiş. Son zamanlarda gerek BM’de, gerek AB’de ve gerekse sair milletler arası siyasi toplantılarda kadınların bilhassa savunma bakanlıklarına, ordu idarelerine, finans kurumlarına ve mümkünse merkezi idarelere getirilmesi üzerinde ısrarla duran neoliberal sermayenin bir de iddiası var: Bu erkekler kadınlardan çok kuvvetli ve savaşçı… En iyisi bunları hem askeriyeden, hem finanstan, hem idareden uzaklaştıralım ki, savaşlar çıkmasın ve insanlar ölmesin… Gördünüz mü, şu güzel tezgâhı. Yalnız söz konusu karar noktalarına getirilecek kadınlardan istenilen şartları, yukarda bahsi geçen cereyanlar belki de çeyrek asır önce hazırladılar. Bakınız AB ülkelerine… En büyük devletlerin savunma bakanlarına, birliğin yetkili dominant kadınlarına, idarecilerine ve finans temsilcilerine… Amerika’da durum daha da dehşet veriyor. Dünyaya hükmeden ülkenin karar mercilerindekilerin çoğu kadınların Soros’un üzerinde titrediği kadınlar olduğunu sakın unutmayalım. Washington’daki Kapitol tezgâhının arkasındaki zenci vali hanımefendiden bahs ediyoruz… Buyurun Cenaze namazına…
Yukardaki başlığımız, verdiğimiz ara bilgiler ve bazı haberlerimiz yanlış anlaşılmaması istikametinde, bir hakikati tekrarlayarak yazımızı noktalayalım. Mülkiyette, verasette, hukukta esas alınan yaratılış kanunlarına göre insanın hukuku da, şerefi de ve haysiyeti de dokunulmazdır. Yaratıcı, bütün yaratılmışların kendisinden razı oldukları biçimde kurallarını koymuştur. Hayvanlar, bitkiler ve insan dışı mahlûkat bizim gibi bir imtihana tabi tutulmadıklarından, onların hayatları, statüleri ve yaşayışları Kevni kurallarla belirlenmiştir. İnsan ise diğer yaratılmışlardan üstün bir şekilde ve imtihana tabi tutularak bu dünyaya gönderildiğinden; Yaratıcının Peygamberler aracılığıyla gönderdiği kurallara tabidir. Onlara uymadığı zaman, felâketten felâkete yuvarlanıp durur. İnsanın yaratılışındaki asıl meselenin “Yaratıcıya inanmak veya inanmamak” olduğu ne kadar açık-seçik ise, dünya idaresinde de demokrasiye inanmak veya inanmamak o kadar açık bir hakikattir. Bu hakikati Bediüzzaman Divan-ı Harb-i Örfi eserinde “şeriat adına” ifade ediyor.