Bu acı hakikati bir çok milletler için söyleyebiliriz. Fakat Türkler ve Almanlar kadar bu gerçeği acılar içinde yaşamış bir başka millet şimdilik görünmüyor. Türkler, Birinci Cihan Harbi mağlûbiyetini arattıracak ve tam çeyrek yüz yıl devam etmiş bir yağma, bir tahrip ve koyu istibdatlar altında öyle felâketler yaşadı ki, bu aziz milletin çocukları; hâlâ ne dedelerinin miraslarına, ne babalarının mezar taşlarına ve ne de düşmanlarının aleyhlerinde çevirdikleri entrikaların yazılı nüshalarına, tam bir asırdır maalesef ulaşamıyor. İkinci Cihan Harbi galiplerinin Almanya’ya (arşivlerin çoğunu Doğu Almanya’ya bırakmak zorunda kalmıştı ve bir kısmını da Amerika ve İngiltere kaçırmıştı) yaptığını, müstebit tek parti idaresi de Türkiye’ye yapmıştı. Böyle bir durumda, bir çok belge ve bilgiye kavuşmamız bazen imkânsız hale geliyor.
Esaretten dönüşünde kolay ve kısa yolu terk ile, çok tehlikeli ve uzun yolu ihtiyar eden Said Nursî’nin Berlin ziyaret ve konaklamasını yok farz ettiğimizde; onun üç aya yakın bir süre boyunca, nerede ve nelerle iştigaline de kafa yormamız gerekiyor. Kırk–elli saatlik bir yolculuk ile (Varşova’dan Moskova’ya tren ile) katedilen mesafede, ancak Üstadın kasaba kasaba, yayan yürüdüğünü kabul etsek bile; neden yolunun Berlin’in dibindeki Varşova´ya düştüğünün hakikatini, derince araştırmamız lâzım.
Merhum Abdülkadir Badıllı, Hekimoğlu İsmail’in, Şehid N. Mustafa Polat’ın gazetemizde yayınlanmış yazılarından hazırlayıp Yeni Asya Yayınları arasında neşrettiği “ÇIĞ” kitabındaki bilgilerden bahsediyor. Üstadı Almanya’da karşılayan bir grup Osmanlı askerinin isimlerini merhum ağabeyimiz kitabında veriyor. Üstadımızı Almanya’da karşılayan askerlerden; Topçu General Faik Pamir, Dr. Albay Memduh, Topçu Albay Hikmet Bilgin, Topçu Yüzbaşı Şakir, Bnb. Kâmil Kara ve er Fikri Bitlis’in kayıtlarını Berlin Osmanlı Sefaretinde bulmak mümkün müydü? Bu bilginin kaynağı için kendisine (Hekimoğlu İsmail’e) müracaat ettiğinde ise, bu notları şehid N. Mustafa Polat’tan aldığını söylüyor… 1970’lerde İstanbul’da derslere katılan talebeler, o günlerde bu ve buna mümasil bilgilerin mektuplar ve belgeler halinde Almanya’dan İstanbul’a gönderildiğini ve derslerin sonunda “havadis-i Nuriye” formatında okunduğunu söylüyorlar. Şeytan taşlamaktan hizmete zaman bulamamış ve daimî olarak Süfyaniyet ve Deccaliyet muhasarasıyla uğraşmışların Üstadlarıyla ilgili geniş ve derin araştırmalar yapmaları, mümkün olmamıştı. Fakat belki kader, halk edilecek sebep ve imkânlarla yapamadıklarımızı bir gün suhuletle yolumuza çıkarıverir… Gençliğimizin haberdar olması dileğiyle bu yarım-yamalak bilgileri arz etmeye çalışıyoruz.
Merhum N. M. Polat’ın köşesinde neşrettiği bilgilere şüphe ile yaklaşmakla birlikte, tahkikine de çalışmamız lâzım kanaatindeyim. Burada zikredilen şahısların o günlerde Berlin’de bulunup bulunmadıkları araştırılabilineceği gibi, Cemal Kutay’ın Eşref Sencer’e isnad ettiği ADLON Oteli’nin de burada önemli bir unsur olduğunu biliyoruz. 1907’de inşaa edilen ve o günlerde Alman Devleti’nin hariciye mensuplarıyla özel misafirlerine tahsis edilen bu mekânın seslendirilmesi de garip olmalı. Alman Devleti’nin müttefik İmparatorluğunun Savunma Bakanlığı makamındaki zatın arkadaşının burada iki ayı geçkin bir süre boyunca ağırlanmış olması, zahiri sebeplerle bir tezat teşkil etmiyor.
Cemal Kutay’ın bazı Batılı gazetecilerin üslûbuyla hayâl ile hakikati karıştırdığını biliyoruz. Hatta 1981 yılında İstanbul’da kendisiyle, Necmeddin Şahiner aracılığıyla muttali olduğumuz zamanlarda, bazı eserlerindeki yanlışları, hürmet formatı içinde arz etmiştim. Olabileceğini ve hatta tashihatta kendisine yardımcı olduğum takdirde memnun olacağını bizzat söylemişti. Kutay’ın tarihe yaklaşımı, dünya görüşü ve son zamanlardaki inhirafları; bütün telifatının yanlış ve muhayyel olduğu kanaatini bize vermemelidir. Bilimsel araştırmalarla, genç kardeşlerimiz bu bilgilerin izini sürerek hakikati ortaya çıkarabilirler.
Berlin denilince, bir başka hikâye ile karşılaşırız: Bize göre Said Nursî’nin tavsiyeleriyle bu şehre garipçe yerleşmiş, Üniversitede, o tarihten zamanımıza talebe statüsünde kalarak adeta postunu sermiş ve hâlâ verilen vazifesine sadık olarak siperinde bekleyen talebesi Muhsin El-Konevi (Alev)… Siperini bir lâhza bile terk etmemiş bu fedaî de hikâyesinin çok cihetlerini anlatmadı etrafındakilerine… Felsefe talebesi, bu imkân kanalıyla Berlin’den Almanya ve Avrupa başta olmak üzere, Nurlar’ı bütün dünyaya yaymağa çalıştı. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesini kazandığı halde, sırf Kur’ân’a Nurlarla hizmet etmek emeliyle kaydını felsefeye yapan Konyalı Muhsin’in hangi şartlarda Berlin’e gelip yerleştiğini bilemiyoruz, fakat kendisini burada vazifeli telâkki ettiğinden, hayatının son demine kadar burada kalmaya mecbur bildiğini kendilerinden duymuştuk. (Geniş bilgi: Euronurtv ve Yeni Asya Gazetesi arşivindeki ilgili yazılar) Üstadından habersizce Batı Trakya yolu ile; Gümülcine, İskeçe ve Üsküp’teki Nurcuları ziyaret ile Berlin’e gelen El-Konevî’nin her uğradığı yerden Üstadına mektup göndererek daimî bir haberleşme içinde olması, bir başka gariplik olsa gerek. Risale-i Nur Külliyatı’nın tamamını Üniversite mescidine yerleştiren ve buradan Almanlara Nurlar’ı seminer ve konferanslarla tebliğ eden Muhsin Ağabey’in bu çalışması Risale-i Nur’a şu ifadelerle de yansıyacaktı…” Hem Berlin’de Almanlar Zülfikar’ı aldıkları vakit, bir gazetelerinde alkışlayarak ilân etmişler.“ (Emirdağ Lahikası, s. 296)
Anne-babasını, çok sevdiği Üstadını ve diğer sevdiklerini bir kez olsun, ziyaret için dahi Türkiye’ye veya bir başka ülkeye gitmemiş. Biricik evlâdını Alman asıllı eşiyle İstanbul’daki ağabeylere sünnet ettirilmek üzere göndermiş. Yeni Asya’nın o günkü yazıişleri müdürü Sabahaddin Aksakal’ın kucağında ve merhum Üzeyir Şenler’in Süleymaniye’deki evlerinde sünnet ettirilen Muhsin Ağabey’in oğlu, muhterem eşi ve diğer ağabeyler bu hadiseye şahittirler. Muhsin El-Konevi, 1953’te Berline gittiğinde, Said Nursî’nin 1918 ziyaretine şahit olmuş Almanlarla görüştüğünü söylüyor. 1990’lı yılların başında Berlin Teknik Üniversitesinde akademik çalışma yapan bir başka Nur Talebesinin Muhsin El-Konevi ile alâkalı hatıralarının, mevzumuz açısından önemli olduğunu düşünüyorum.
Bediüzzaman Berlin’e bir “OsmanlıKomutanı“ olarak teşrif etmişlerdi. Tal’at Paşa’nın itirafıyla Enver’in arkadaşı da diyebiliriz. Sarığına ilişmek isteyen 1940’ların Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’a makamında; “Ben Osmanlıyım, ecdadınızın yerindeyim“ derken belki de bunu kastediyordu.
Müttefikleriyle deccaliyete karşı yürüttüğü çalışmalar için geldiği Berlin’de, kendisini deşifre etmemesinin daha başka hikmetleri de olacaktı… Zamanın suları çekildikçe, tarihin sahillerinde daha birçok hakikat açığa çıkacaktır diye düşünüyoruz.