Amme idaresinin ve adliye teşkilatının gidişatı daimî ilgi alanımızda.
Ömrümüzün yettiği maziyi ve bugünü gözlemlerimize dayanarak mukayese edebilecek durumdayız.
Geçmişe ve geleceğe bakış açımızın da objektif olduğunu düşünüyoruz. (Arzuya fikir kılıfı giydirenlerden olmamaya çalışıyoruz.).
Ama…
***
Ondan fazla subay ve asker bir mağarada zehirleniyor ve şehit oluyor. Şaşırıyoruz. “Böyle bir fahiş hata nasıl olur” diye düşünüyoruz. Cevaplar tatmin etmiyor. “Sistem bozulması”ndan endişe ediyoruz.
Ondan fazla ormancı, bugünün iletişim imkânlarına rağmen yangının ortasında kalıyor ve vefat ediyor. Bir o kadarı da yaralı. Akıl erdiremiyoruz. “Beceriksiz sevk ve idare cezalandırılmayacak mı” diye korkuyoruz.
Askerler eğitimde sıvı kaybı bahanesiyle hastaneye kaldırılıyor. İkisi şehit oluyor. Üzülmekle yetinemiyoruz. Olayı ve sistemi sorguluyoruz.
Örnekler çoğaltılabilir.
Hepsi “Devlette neler oluyor” sorusunu sorduruyor. İstifa yetmez, liyakate dayalı iyileşme istiyoruz.
***
Hele bir de adalettekiler var ki…
Yirmi beş yıllık AKP’li dostumuz, yakından bildiği adliyeden ümidini kesmiş. Yani devletten. Ama partiyi ve liderini seviyor! Başörtüsü meseli…
Köşe komşumuz İbrahim Aktaşcı’nın şehadetiyle, işin savcısına ve hâkimine rağmen masum olduğuna inandığı şüpheliyi cezaevine teslim eden polis amiri, cezaevi yöneticilerine “Bu çocuk masumdur, zarar görmesine mani olun, rahat ettirin” diyor ve hakikaten rahat ettiriliyor.
Cezaevi öğretmeni, cezaevinde açık liseye kayıtlı öğrencinin okuma yazma bilmediğini ve yönetim tarafından hedeflenen kotayı doldurmak için ve usulen lise öğrencisi yapıldığını öğreniyor.
Miş gibilerimiz, mış gibilerimiz sürüp gidiyor.
“Bu türden vukuat her yerde olur” diyenler olabilir. Doğrudur da. Zira hatasız ve kusursuz devlet ancak hülyalarda bulunur.
Ama bu kadar açık hatalı ve hatalılığı kurumsallaşmış devlet bizim ülkemizden başka nerede bulunabilir ki?
Bütün bunları izleyip düşünürken Devlet Bahçeli çıkıyor ve devletin ana çivisi durumundaki “soyut vatandaşlık esası”nın alt ucuna vurup gevşetiyor.
“Cumhurbaşkanı Türk olsun, iki de yardımcısı olsun, onlardan biri Kürt biri Arap olsun” deyiveriyor.
Eskiler bilirler, teklif-i mâlâyutak diye bir kavram var. Bu da öyle.
Zira Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kuruldu kurulalı, vatandaşları için etnik köken kaydı tutmuyor.
Evet bu tür tasnifler başka bazı ülkelerde halen de var.
Evet, Osmanlı Devleti, beyin, paşanın, ağanın, efendinin kaydını tuttuğu gibi vatandaşın kaydını da bilhassa dine, mezhebe ve etnik kökene göre tutuyordu. Ama bunlar artık yok.
Daha da önemlisi bu aşamadan sonra kimin ne kadar Kürt ne kadar Arap ve dolayısıyla ne kadar Türk olduğunu ancak kendi beyanı ile anlayabiliriz.
Ve varsayalım ki Anayasa değişti, e-devletten kayıtları açtık, beyanları aldık. İlk resmî beyanında “ben Türküm” demiş olan Türkün biri bir gün cumhurbaşkanı yardımcısı olabilmek için “düzeltiyorum, ben de Kürdüm” ya da “yeni öğrendim ben aslında Arapmışım” derse ve başta anası olmak üzere birileri de itiraz ederse kim neyi nasıl ispat edecek?
Bahçelinin bu anlamsız teklifini duyanlar, az çok ümit bağladıkları yeni barış süreci hakkında -haklı olarak- hepten şüpheleniyorlar.
“Nerede bu devlet” diyeceğimiz geliyor ama Devlet çıkıyor, önümüzü tıkıyor.
Gel de şaşırma…