Hazreti Ali (ra), hilâfeti zamanında meydana gelen dâhili hadiseler ve ihtilâlci bir anlayışa sahip Harici mantığı iç kargaşayı arttırmış ve “içtihad farkı”ndan meydana gelen farklılıklar, düşmanca/hasmane bir davranışa dönüşmüştü. İşte bu gerginlik ortamının sonucunda Hz. Ali’nin (ra) katline karar verilmiş ve bu iş için gönüllü olarak da Harici İbn-i Mülcem ile iki yardımcısı görevlendirilmiştir. Hicretin 40. Yılı Ramazan ayının 17. günü sabah namazı için Mescide gelen Hz. Ali (ra) suikastçıların saldırısı sonucu zehirli hançer ile yaralanmıştır. Üç gün yaralı kalmış ve 21 Ramazan Cuma günü 63 yaşında vefat etmiştir. Suikastçı Harici İbni Mülcem, sağ yakalanmış ve hapse atılmıştır.
İmam-ı Ali (ra) bu üç günlük yaralı halde iken, oğullarına insanlığa adalet dersi olacak nasihatlerde ve vasiyetlerde bulunmuştur. Hz. Ali (ra) hayatında ve dahi ağır yaralı olduğu sekerat döneminde “Muktesidane mesleğinin” gereği “adalet ve şefkat” dersleri/dersini vermiştir.
Adalet-i Mahzanın müdafii ve bu anlayışı hayatı pahasına uygulamak isteyen Hz. Ali’nin (ra), daha önceden (iyi tanıdığı/Peygamberimiz (asm) hayatta iken mu’cizane haber verdiği) katiliyle, bu vefat ile alâkalı aralarında geçen bir konuşmada, vefatının ibn-i Mülcemin eliyle olacağını bahsettiği ve onun da ‘Beni hapset veya öldür’ dediği, bunun üzerine Hz. Ali’nin (ra) “Bu suçu işlemeden seni nasıl öldürtür veya hapse attırabilirim? O takdirde ben zalim olurum” buyurduğu nakledilmektedir.
Yaralı halde hasta yatağında Hz. Ali (ra), oğlu Hz. Hasan’a (ra) hitaben: “Eğer ben bu yaradan ölürsem, bir kılıç darbesi ile kısas yapın ki, kanun-u İlâhî yerini bulsun. Ölmezsem onun hakkında kararı ben veririm. Katlimden dolayı başkasına el kaldırmayın ve haksız yere kan dökmeyin. Sakın ona beni öldürdüğünden dolayı eza ve cefa etmeyin” demiştir.
Suikast sonrası evindeyken Hazreti Ali’ye (ra) bir miktar süt getirdiler ve içmesi için kendisine verdiler. Hazreti Ali (ra), sütün yarısını içtikten sonra, yarısını da iade ederek; “Bu sütü alın zindandaki beni yaralayan İbn-i Mülcem’e götürün, o açtır, bir şey yememiştir” buyurdu.
Zamanımızda bir Asr-ı Saadet Müslümanlığını ve Sahabe Mesleğini ihya edip yaşayan ve “benim hakaik-i imaniyede hususî üstadım, İmam-ı Ali’dir (ra)” diyen Bediüzzaman Hazretleri’nin bu fani dünyadan baki âleme gitmeye yakın zamanlarda, Hz. Ali’nin (ra) “Muktesidane Mesleğine” ittiba ederek; kendine zulmeden, yirmi sekiz sene eza ve cefa çektirenler, zulmedenler, kasaba kasaba dolaştıranlar, defalarca zehirleyenlere, hakaret edenlere, zindanlara atanlara ve haksız ithamlarla mahkûm etmek isteyenlerin hepsine hakkını helâl ediyor.
Ayrıca Üstad Hazretleri kendisiyle beraber eza ve cefa çeken talebelerine de tavsiyesi; “Benim gibi onlar da bütün haksızlıklara ve haksız hareket edenlere karşı bütün haklarını helâl etmelerini isterim” diye tavsiyede bulunmuştur. Nihayetinde bütün talebelerine en son vasiyetinden birinde “Ölürsem dostlarım intikamımı almasınlar” diyerek “Muktesidane Mesleğin” en esaslı gereklerinden biri olarak, talebelerine müsbet hareket etmek ve asayişe hizmet etmelerini ve “bize ezâ ve cefâ edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini” vasiyet etmiştir.
Hz. Üstad, zulmün en şiddetlisine maruz kaldığında mesleğinin dört esasından biri olan Şefkat hissinden dolayı kendine zulmedenlere bedduâ dahi etmemiştir. Bu hususta nakledilen bir hatıra da Emirdağ’da sürgündeyken, yakın talebelerinden Hüsrev Altınbaşak; Üstadının zehirlenmiş, ihanetin hıyanetin en ağırına uğramış, ateşler içinde yanan vücuduna bakarak, “Ne olur Üstadım, bir günlüğüne Bediüzzamanlığını bana ver. Bunu sana yapanlara kahr ile bedduâ edeyim de cezalarını bulsunlar!” diye yalvarmış.
Lâkin Bediüzzaman o haldeyken dahi menfî duygulara, olumsuz hislere mağlûp olmamış, “Biz yıkmak için değil, yapmak için geldik” diyerek şefkatli tavrını izhar etmiştir.
(Bu makalenin hazırlanışında M. Ali Kaya’nın Hz. Ali isimli kitabından faydalanılmıştır)