Cumhuriyet’in 10. Yılı münasebetiyle, sürgün cezaları kaldırıldı ve ülke genelinde umumî af ilân edildi. Hapishaneler, 1934 yılı Ocak ayında boşaltılmaya başlandı. Bu aftan yararlanması engellenen bir tek vatandaş var: Bediüzzaman Said Nursî.
Peki neden? Nursî’nin ispatlanmış bir suçu var mıydı? Deste deste sorular… İşte, söz konusu hikâyenin detay bilgileri.
*
Mutlâkıyet ve Meşrûtiyet hükûmetleri tarafından da mahkemelere sevk edilen Bediüzzaman Said Nursî, girmiş olduğu bütün mahkemelerden yüzünün akıyla çıkmaya muvaffak olmuştur.
Cumhuriyet döneminde ise, onun bambaşka bir muâmele ile karşılaştığını görmekteyiz.
Said Nursî, 1925’te Şeyh Said Hadisesi’nden sonra hiç mahkemeye çıkarılmadan ve kendisine herhangi bir suç isnat edilmeden, Erek Dağı’ndaki inzivagâhından alınarak Batı Anadolu’ya sürgü edildi. Hem, öyle bir sürgün ki, ömür boyu, hatta vefatından sonra bile devam edip gitti…
Ne garip, ne tuhaf bir durum. Ortada suç olmadığı halde, bir insana durduk yere ceza veriliyor. Dahası, Cumhuriyet’in 10. yılı olan 1933’te umumî af çıkarıldığı ve suçlu görülenlerin tamamı affa uğradığı halde, Said Nursî’ye hiç olmayan bir suçtan dolayı sürgün cezası verilmeye devam edildi.
Böylesi bir durumun, Türkiye tarihinde olduğu gibi dünya tarihinde de emsâline rastlanılmıyor. Bu da gösteriyor ki, fevkalâde ve istisnâî bir durumla karşı karşıyayız.
Hem öylesine fevkalâde ve istisnâî bir durum ki, aradan 90 küsur senelik bir zaman aralığı geçmiş olmasına rağmen, olup bitenlerin üzerindeki sır perdesi hâlâ kaldırılabilmiş değil. Şimdi, zihinlerde cevap bekleyen soruların birkaç tanesini sıralayalım:
BİR: Hayatının son 35 yılını hapis, sürgün ve sürekli gözetim altında geçiren Said Nursî’nin tesbit edilebilmiş suçu neydi? “Hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz” prensibine göre, ömür boyu ceza çektirilen bu zatın gözle görülür, elle tutulur bir suçu olması gerekmez miydi?
İKİ: Said Nursî’ye suçsuz yere ceza verildiğine göre, bu zat hakkında devletin veya hükûmetlerin elinde gizli bir dosya mı var? Varsa şayet—ki büyük ihtimalle vardır—bu dosyanın mahiyeti nedir ve ne zaman açıklanacak?
ÜÇ: Suçlu veya sakıncalı görülen bazı şahsiyetler dönem dönem sınırdışı edildiği halde, Said Nursî neden yurt içinde ve sürekli gözetim altında tutulmaya çalışıldı?
DÖRT: Hapis, sürgün, tarassut yetmezmiş gibi, ayrıca çeşitli suikastlarla bu zat niçin öldürülmek istendi? Asgarî 19 defa olmak üzere kimler tarafından niçin zehirlendi? Bir hükûmetin bunları bilmesi, yahut araştırması gerekmez mi? Aksi halde, bütün bunların bilerek ve hatta teşvik edilerek yapıldığı anlamı çıkmaz mı?
BEŞ: Said Nursî’nin eserleri olan Risâle–i Nur Külliyatı, niçin defalarca mahkemeye sevk edildi? Aynı eser ağır ceza mahkemelerinde beraat ettiği halde, daha alt kademedeki mahkemeler niçin tekrar be–tekrar aynı eserleri yargılatma ihtiyacını duydu? Hukuk mantığı ve adaletin tarafsızlığı prensibi noktasında bu durum nasıl izah edilebilir?
ALTI: Son bir soruyu daha ilâve ederek, ilgili mercilerden cevap beklemeye devam edelim: Devletin nazarında Said Nursî ve eserlerinin şu anki yeri ve konumu nedir? Devlet, menfî hiçbir vukuâtını tesbit edemediği bu Nur hareketine nasıl bir nazarla bakıyor?
İLÂVE BAZI BİLGİLER
Cumhuriyet’in 10. yılı münasebetiyle hazırlanan umumî af kànunu, 26 Ekim 1933 tarihli Meclis oturumunda kabul ediliyor. (Zabıt Ceridesi, XVII. Cilt: 57)
Kànun kapsamına, Temmuz 1933’e kadar işlenmiş olan bilûmum suç ve suçlular dahil ediliyor. Bu kànundan istifade edebilmek için de, ilgili kişinin dilekçe yazarak, işlemiş olduğu suç veya cürmünü ikrar ve itiraf ile hükümetten af müracaatında bulunması gerekiyor.
Said Nursî, bu mânâda bir müracaatta bulunmuyor. Zira, af kapsamında addedilecek herhangi bir suçu, bir kabahati yok zaten. Dilekçe ile müracaat etmesi halinde ise, bu defa kendi iradesiyle suçlu olduğunu deklare etme yanlışına düşmüş olacak.
Bediüzzaman, bu oyuna gelmiyor, sinsice hazırlanan tuzağa düşmüyor. Ancak, onun bu müteyakkız tavrı, muarızlarını bir hayli kızdırıp rahatsız ediyor. “Neden bize müracaat etmiyor?” diyorlar.
Ne tuhaftır ki, yeni tuzaklar kuruluyor ve devreye yeni plânlar sokuluyor. Meselâ: 14 Haziran 1934’te Millet Meclisi eliyle çıkartılan 2510 sayılı “Mecburî İskân Kànunu” 7. maddesine şöyle bir hükmî ifade derc ediliyor: “Türk ırkından olmayanlar, hükümetten yardım istemeseler bile hükümetin göstereceği yerde yurt tutmaya ve hükümetin izni olmadıkça buralarda kalmaya mecburdurlar.”
O tarihlerde Bediüzzaman Said Nursî’nin ismini kasıtlı olarak “Said–i Kürdî” şeklinde resmî kayıtlara geçiriyorlar. Tâ ki, “Türk ırkından” olanlar için çıkartılmış bulunan genel aftan yararlanamasın. (Bu konuya dair, yani, o tarihlerde kaskatı bir ırkçılık politikasının güdüldüğüne dair detay bilgiler için bakınız: Zabıt Ceridesi, XXIII. Cilt: 164)