Öylesine hâller olur ki, nakli, manasını aşar. Taşınmasına tahammül edilemeyen sırrın ifşası ile setler patlar ve “Enel-Hak” zahir olur.
Parça, bütüne ait ve bütünden alâmet vardır. İnsan, kâinatın içinde olurken, kâinat da insanın içinde temsil edilir.
Elini ateşe sokan yandım, ateş oldum, der ama o, ateş değildir.
Mevlâna Celaleddin-i Rumî buyurdu ki: “Bazı sırları açıkladığı için Hallâc’ı dâra (darağacına) çektiler. Eğer bizim sırlarımıza vâkıf olsaydı o bizi dâra çekerdi!”1
Söz Mevlâna’dan açılmışken o hazretin, makam meselesini aydınlatan çok güzel bir ifadesi var, şöyle ki:
Ama öncesinden şu ifadeleri nakletmemiz gerekecek:
“Hangi makamda olursa olsun, kendini, sofraya vâsıl olmamış ve nimet-i kurbiyete ermemiş bilen kimsedeki yüksek himmetin ben kölesiyim.” der.2
Tahirü’l-Mevlevî, hayret, müşahedenin neticesidir, der. Müşahede edilen kaynağa tahammül zorlandıkça hayret yükselir. Bu öyle bir patlama noktasına gelir ki artık, sınırlar ortadan kalkar.
Mevlâna, “Demir kızarmışsa da hakikatte o kırmızı değildir. Ondaki kızartı, ateşin iğreti aksinden ibarettir.” der.3
Ateşe sokulan bir demir kızar, ateşte bulunması fazlalaşırsa kızarır ve kıpkırmızı olur. Ancak o kızarmışlık hâli, demirin zatından değildir, ârızî olup, geçicidir. Çünkü demir soğuk ve siyahtır. Ateşin yüksek harareti ona aksettiği için ateş gibi olmuştur, çıkarılınca kararır ve soğur.
“Enel-Hak sözü, Mansûr Hallâc’ın dudağında nur idi.” der Mevlâna, dudağından değil, dudağında tecelli eden bir nur.
Hallâç, veliyullahtandır. İstiğrak hâlinde iken söylediği “Ben Hakkım” ifadesi, kendisinin o anki makamını yansıtıyordu, hâlinin manasını ifade ediyordu ama istiğrak hâli geçince, normal vaziyetine geldiğinde söylenen “Enel-Hak” küfür ifadesidir.
Enel-Hak makamında bazı makbul kul, kendi hüviyet ve benliğini geçer, İlâhî hüviyette erir, denize düşen damlanın deniz olduğu gibi.
Damla, denize vâsıl olduğunda, o hâli kendini şatahat, yani cezbe sarhoşluğuyla söylenen aykırı söz ve hâlin azametine dayanamayıp ihtiyârsız ifadelerde bulunmamalıdır.
Bediüzzaman Hazretlerinin; “Bazı evliya-ı azîme, fahir ve naz ve şatahata muvakkaten, ihtiyârsız girmişler; fakat o noktada, ihtiyâren onlara iktida edilmez. Hâdîdirler, mühdî değillerdir, arkalarından gidilmez.”,4 ölçüsü, bu konuda rehberdir.
Onların ifade etmeye çalıştığı hakikat, doğrudur lakin o tarz değil. Bazen susmak, sükûtla yansıtmak belki de en isabetli olanıdır. Nice hakikatler var ki sükûtla dile gelir, lisan-ı hâl ile zuhur eder.
Makamın ağırlığını taşıyamayandan sadır olan ahval, her iki tarafı sorumlu kılar. Kendisi, o ahvalinin mukabili itaba muhatap olurken, muhatapları da daha dikkatli olmaya davet eder.
Makamı itibarıyla taşıdığı mananın ağırlığına dayanamayan kimi kişilerin o mana ve makama münasip düşmeyen söz ve davranışlarına bu noktadan bakılmalıdır, ona göre değerlendirilmelidir, mana ve makam ayrı tutulmalıdır. Aile içinde, cemiyette, enfüsî âlemde ya da afakî dairede, makam başında veya hususî hayatta sadır olan ahval, dikkatli konuşmayı sorumlu kılar.
Dipnotlar:
1- https://www.edebifikir.com/deneme/olumumde-benim-icin-hayat-var.html
2- Tahir-ül Mevlevî, Şerh-i Mesnevî (1966),
c. 5, s. 1506
3- Tahir-ül Mevlevî, Şerh-i Mesnevî (1966),
c. 5, s. 1508
4- Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 536., (29. Mektup)