Kur’ân’da Tahrim Sûresi 8. âyette “Ey iman edenler! Allâh’a tam bir ihlâsla tevbe edin. Umulur ki Allah günahlarınızı bağışlar ve sizi altından ırmaklar akan Cennetlere koyar. O gün Allah’ın peygamberi ve beraberindeki mü’minleri utandırmayacağı gündür. O gün onların nuru önlerinden ve sağlarından koşarak Cennete yol gösterirken onlar da ‘Ey Rabbimiz, Nûrumuzu tamamla ve bizi bağışla. Muhakkak ki Senin herşeye gücün yeter.” şeklinde muazzam müjdeler var.
Öncesi âyetle fevkalâde korkutan, bu âyet ile fevkalâde sevindiren Rabbimiz bizi Tevbe-i Nasûh’a dâvet etmektedir. Tevbe-i Nasûh, nasihatkâr tevbe. Öyle bir tevbe yapılmalı ki günah artık işlenmeye. Hem öyle bir tevbe olmalı ki başkalarına ders olsun, başkaları ders alsın. Akan sütün gerisin geriye memeye akmayacağı kesinlikte bir tevbe.
Nurumuzun tamamlanması talebi gayet dikkat çekici. Zira bu duâ, nâ (biz) zamiri ile yapılıp “Rabbimiz” şeklinde hepimiz adına ifade edilmektedir.
İbn Abbas (ra) şöyle der: “Onlar bu sözü, münafıkların nuru söndürüldüğünde korktuklarından ötürü diyecekler.” Hasan el-Basri de (ra), Allah onların nurunu tamamlamıştır. Ancak onlar huzura daha fazla yaklaşmak için böyle duâ ederler. Tıpkı, bütün günahları bağışlanmış olan Resûl-i Ekrem’e (asm) Rabbimizin “Günahına istiğfar et”1 âyetinde olduğu gibi. Keşşaf’ta; “Nur insanın ameline göre verilecek. Cennete varan yarışta kullar nurlarının arttırılmasını, tamamlanmasını ister” denilir.2
Birinci Şuâ’nın On Dokuzuncu Âyetinde zikredilen bu âyet genel manalarındaki tabakalarından işarî bir tabakası ile bu asra baktığını ifade eden Bediüzzaman, “Ey Rabbimiz, Nûrumuzu tamamla” ile mânâ noktasından kuvvetli bir münasebetinin olduğunu söyler.
Âyetlerin küllî manaları ile beraber bazı hususî ve cüz’î manaları şahıslara da bakabilir, denilebilir. Bunlarda manevî münasebet bulunabilir. İşarî manalar çıkarılabilir.
Zira her bir âyetin mana mertebelerinde bir zahiri, bir bâtını, bir haddi, bir başlangıcı vardır. Bu dört tabakadan her birinin de fürüatı, işaratı, dal ve budakları vardır.3
İşte Üstad bu işari manalara dayanarak Tahrim/8 âyetinden ebced-cifir hesabı ile 1326 (1908) yılını çıkararak o tarihteki Hürriyet İnkılâbından (1908) doğan herşeyi sarsan fırtınalar ve harplerin karanlığından kurtulmak için nur arayan mü’minler içinde Risâle-i Nur Talebeleri az bir zaman sonra tezahür ettiler. Dolayısıyla “Ey Rabbimiz, Nûrumuzu tamamla” ile yapılan duâ bir manada cevabını alarak âyet tasdik edilmiş oldu.
Âyetin muhtevasındaki “Vağfirlenâ”da bulunan “Bizi bağışla” manası ile yani nâ (biz) zamiri ile bu duâ 1360 (1944) ya da 1362 (1946) yılına bakıyor. Bu yıldan beş altı yıl sonrası istiğfar devresidir. Nur Talebeleri o zamanda istiğfar dersini vereceğine işareten bir imadır. Bu tarihteki olaylara ilişkin yorum yazımızın konusu olmadığından girmiyoruz.
Bu âyeti destek ve tefsir eden âyetler var: “Muhakkak ki Allah, kâfirlerin şerrini iman edenlerden uzaklaştırır.”4, “Onların nuru önlerinde ve sağ taraflarında koşar.”5, “Allah onlar üzerinde koruyucudur.”6 ve nihayet “Onlara müjdeler olsun”7 gibi âyetlerden o müjde anlaşılıyor.
Çok istiğfara dâvetle nurun tamamlanacağı ısrarla vurgulanır.8 Esasen “Risâle-i Nur noksan kalmasın” tenbihi yapılır.
Otuz Birinci Sözün sonunda duâ olarak geçen Tahrim/8. Âyeti muhtevasındaki nâ (biz) zamiri ile herbirimize sorumluluk yüklemektedir. Her zamanın bir hükmü vardır. İstiğfar devresi çeşitli dönemlerde olduğu gibi yapılan günahın arkasından olması gerektiğini de işaret eder. İnananlar olarak, cemaat olarak muhtemel hataların öncesi ve sonrası devreleri niçin istiğfar devresi olmasın?
Hâlâ hatanın yapılıyor olabilirliği ve bunun için istiğfarın olması şuurunun ihyası temennisiyle…
Dipnotlar:
1- Muhammed Sûresi: 19. 2- Razi, T. Kebir, 21/562. 3- Nursî, Şuâlar, sh. 1091. 4- Hac: 38. 5- Hadid: 12, Tahrim: 8. 6- Şûrâ: 6. 7- Ra’d: 29. 8- Nursî, Şuâlar, s. 484.