Bugün câmilerde okunan hutbe ve vaazlar, televizyonlarda ve diğer iletişim araçlarında yapılan sohbetler az denemeyecek kadar var. Fakat görülen o ki toplum üzerinde etkisi görülmüyor. Bunun sebepleri nelerdir?
Bunun değişik sebepleri var. Tahribatın büyüklüğü ile beraber dikkatler maddeye ve dünyaya çekildiği için ihtiyaç hissedilmiyor. İletişim araçları çok cazip olduğu için insanları kendine cezbediyor. Bu zamanın şartları ve gelişen fenlerin ortaya çıkardığı şartlar tam bilinemediği için gereken yapılamıyor. İmanın temel esaslarına ilim ve fen adına yapılan saldırılar klasik üslupla mukabele edilemiyor. Zamanın gereği olan isbat ve ikna yeterli olamıyor. Dine saldırıların ferdîlikten çıkıp cemaat olarak yapılınca ferdî mukavemet yetersiz kalıyor gibi sebepler gösterilebilir.
Bugün nesillerimizi bu cazip ortamdan dine, ebedî hayata yönlendirmek önce hastalığı doğru teşhis ve sonra da doğru tedavi ile mümkündür.
Bediüzzaman Hazretleri Hutbe-i Şâmiye isimli eserinin baş kısmında bunları iyi analiz edip tedavi çarelerini göstermektedir. Bu zamanda iki dehşetli hal bulunduğunu ifade ile:
“Birincisi: Âkıbeti görmeyen ve bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefaheti sefahetinden kurtarmanın çare-i yegânesi, aynı lezzetinde elemi gösterip hissini mağlup etmektir. Ve (Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler. [İbrahim Suresi: 3.]) ayetinin işaretiyle, bu zamanda ahiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde, dünyevî kırılacak şişe parçalarını onlara tercih etmek, ehl-i iman iken ehl-i dalâlete o hubb-u dünya ve o sır için tâbi olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yegânesi, dünyada dahi Cehennem azabı gibi elemleri göstermekle olur ki, Risale-i Nur o meslekten gidiyor. Yoksa bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalâletin ve sefahetten gelen tiryakiliğin inadı karşısında, Cenab-ı Hakkı tanıttırdıktan sonra ve Cehennemin vücudunu ispatla ve onun azabıyla insanları fenalıktan, seyyiattan vazgeçirmek; ondan, belki de yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da “Cenab-ı Hak Gafûrü’r-Rahîm’dir, hem Cehennem pek uzaktır” der, sefahetine devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyatına mağlup olur. İşte, Risale-i Nur’daki ekser muvazeneler, küfür ve dalâletin dünyadaki elîm ve ürkütücü neticelerini göstermekle, en muannid ve nefisperest insanları dahi o menhus, gayr-i meşru lezzetlerden ve sefahetlerden bir nefret verip, aklı başında olanları tevbeye sevk eder.” diyor ve devamında şunları söylüyor:
“Bu asırda ikinci dehşetli hal: Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalâletler ve küfr-ü inadîden gelen temerrüd, bu zamana nisbeten pek azdı. Onun için, eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanlarda tam kâfi olurdu, küfr-ü meşkûkü çabuk izale ederlerdi. Allah’a iman umûmî olduğundan, Allah’ı tanıttırmakla ve Cehennem azabını ihtar etmekle çokları sefahetlerden, dalâletlerden vazgeçebilirlerdi.
Eskide, fen ve ilimle dalâlete girip inat ve temerrüd ile hakaik-ı imana karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş. Bu mütemerrit inatçılar, firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalâletleriyle hakaik-ı imaniyeye karşı muaraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı, atom bombası gibi, bu dünyada onların temellerini parça parça edecek bir hakikat-i kudsiye lâzımdır ki, onların tecavüzatını durdursun ve bir kısmını imana getirsin. [...] Ve kâinat zerreleri adedince vahdaniyet-i İlâhiyeye ve imanın hakikatlerine hüccetleri, delilleri gösteriyor ki, yirmi beş seneden beri en şiddetli hücumlara karşı mağlup olmayıp galebe etmiş.”
Bu izahlardan anlaşılıyor ki, nesilleri mıknatıs gibi kendine çeken, sefahat ve dalâletin içinde eriten bu tehlikeye karşı aynı lezzetinde elemini gösterip hissini mağlup etmektir. Bunun da yolu Risale-i Nur’un yaptığı tarzı takip etmektir. Akıl ve kalbi, din ve fen ilimlerini mezcederek ispat ve ikna ederek doyurmaktır.