Malum hikâyedir… Adamın biri işlediği suç sebebiyle padişahın huzuruna çıkarılır.
Kral sorar: “Kırk katır mı istersin, kırk satır mı?” Kırk satırla idam edileceğini sanan adam, “Kırk katır!” der. Ama büyük bir yanılgıya düşmüştür. Bedeni kırk parçaya ayrılır, her bir parçası bir katıra bağlanır. Katırlar kırbaçlanır, farklı yönlere koşturulur ve adam feci şekilde can verir. Bu ibretlik hikâye, halk dilinde sıkça karşılaştığımız deyimlerle yankı bulur: “Ölümlerden ölüm beğen”, “Denize düşen yılana sarılır”, “Sıtmayı gösterip ölüme razı etmek”...
Çoğunlukla kriz anlarında başvururuz bu ifadelere. Çünkü kriz, kalp krizi gibidir: Ne uzun uzun düşünmeye zaman vardır, ne danışacak kapı… En kısa sürede en uygun kararı vermeniz gerekir. Kırmızı kablo mu, mavi kablo mu? Hani derler ya: “En kötü karar, kararsızlıktan iyidir.” Kriz anı tam da budur. Hele ki karar sadece sizi değil, sevdiklerinizi de ilgilendiriyorsa, iş daha da zorlaşır.
Kriz kavramı tıptan sosyal bilimlere de taşınmıştır. Ekonomik kriz, siyasî kriz, gıda krizi, iklim krizi… Hepsinde zaman dardır. Önce kalp durması önlenir, ardından kök sebeplere inilir. Bizde ise genelde işler şöyle yürür: Ekonomik kriz patlak verdiğinde bir IMF yetkilisi gelir, “15 günde 15 yasa” çıkar, toplum adeta “by-pass” edilir. Siyasî krizlerdeyse “Önce hükümet gitsin, sonra detaylara bakarız” denir. Ve toplumdan “asgarî müştereklerde buluşması” beklenir.
Kriz teşhisi konan her durumda toplumda ortak bir ruh hali belirir: Belirsizlik ve çaresizlik. Ve çoğu zaman bir “otorite”ye sarılırız. Doktor, lider, uzman… Geçici de olsa irademizi birine devretmek isteriz.
2003’ten bu yana iktidarda olan siyasî kadro, güçler ayrılığını ortadan kaldırıp devletin işleyişini tek elde toplamaya başladı. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı altında meclis etkisizleştirildi, kararname yoluyla yönetim biçimi benimsendi. “Faiz ve nass” denilerek alınan kararlar ekonomik krizi derinleştirdi. Artık “biz kimseye hesap vermeyiz” diyen bir anlayış hâkim. Bu tavır, ülkeyi dünyada yalnızlaştırdı. Zamlar, vergiler ve enflasyonla ezilen halk, iki seçenek arasında bırakıldı: Ya bu hayatı kabullen, ya daha beteriyle yüzleş! Tabiri caizse, sıtmayı gösterip ölüme razı ettiler. Asgarî ücretliye, emekliye insafsızca reva görülen zamsız yaşam; siyasetin sopası hâline geldi. Toplum, “Kırk katır mı, kırk satır mı?” sorusuyla sindirilmeye çalışılıyor. Ama bu yolun sonu aydınlık görünmüyor. Millet, çaresizlik içinde yönünü arıyor…