Bundan tam otuz dört yıl evvel gözlerimi bu fânî dünya hayatına açmışım.
Ben de bu doğum günümde, ehl-i dünyanın yaptığı gibi eğlenerek vaktimi gereksiz israf edeceğime, tefekkür ederek ömrümün muhasebesini yapmak istedim. “Kalan ömrümü geçen ömrümden nasıl daha iyi değerlendirebilirim? Cenab-ı Hakkın bana vermiş olduğu bu gençlik nimetini nasıl iffetle istikamet dairesinde sarf edebilirim?” diye tefekküre daldım.
Bu tefekkür esnasında çok farklı şeyler aklıma geldi. Mâlum doğum günlerinde kişinin dünyaya gelişi tebrik edilir ve doğum günü partileri düzenlenir. İnsan böyle günlerde neden parti düzenler onu da anlamıyorum. Çünkü insan bir yıl daha yaşlanıyor ve en büyük sermayesi olan ömür tükeniyor. Bu kutlamalarda dile getirilen yahut tebrik mesajlarında sıkça kullanılan ifade “İyi ki doğdun!” cümlesidir. Tefekkürlerim esnasında dikkatimi çeken bu cümle üzerinde fazlaca düşündüm. Çünkü bana da “İyi ki doğdun!” diye tebrik mesajları geldi. Peki, ben -yani bu âciz, fakir, zayıf ve bîçare Said- gerçekten iyi ki doğdum mu? Bu fânî, aynı zamanda çok gaddar ve mekkar olan, nice zorlukların, sıkıntıların ve imtihanların yaşandığı, zâhiren baktığımızda iyilerin değil, kötülerin kazandığı bu dünya hayatına gelmem iyi bir şey mi? Bu dünya hayatına gelmemin bana nasıl bir iyiliği oldu yahut benim bu dünyaya nasıl bir iyiliğim dokundu? Varlığımın ailem, akrabalarım ve etrafımdaki insanların hayatında nasıl bir etkisi oldu? Kısacası doğumumun kime ne faydası oldu? Peki, ya hiç doğmasaydım? Ebediyen ruhlar âleminde kalsaydım da hiç bu dünyaya gelmeseydim ne olurdu? Böyle bir şey mümkün müydü? Cenab-ı Hakkın bu dünya imtihanına göndermeyeceği ruhlar olacak mı? Bu sorular zihnimi kurcalayıp durdu. Fakat maatteessüf kendime net bir cevap veremedim. Hâlâ da veremiyorum. Çünkü doğmamanın yani ruhlar âleminde kalmanın nasıl bir hissiyat olduğunu bilmiyorum.
Evet, bu tefekkürler esnasında “İyi ki doğdun!” kelimesinin bana düşündürdüğü bunca suallerin ardından aklıma çok değişik bir kapı daha açıldı. Az evvel ifade ettiğimiz gibi doğum günlerinde doğan kişiler tebrik ediliyor. Peki, doğuran kişiler yani anneler neden tebrik edilmiyor? Doğuran annelerimiz olmasaydı yeni doğanlar olur muydu? Gökten zembille inilmediğine göre bu sebepler âlemi olan dünyada doğuran birilerinin olması gerekiyor değil mi? Madem öyle neden bu doğum günlerinde annelerimiz göz ardı ediliyor? Hâlâ konuşabilme ve görüşebilme imkânımız varken -hayattalarsa eğer- neden onları yok sayıyoruz? Hem, onların hakkını nasıl ödeyeceğiz?
İşte ben de bu sebeple annemi düşündüm. Ah benim fedakâr ve cefakâr canım anam! Kim bilir beni ne zahmetler çekerek, ne zorlukların üstesinden gelerek bu dünyaya getirmiş. Rabbim ondan ve bu vesileyle bütün annelerden razı olsun. (Her doğuran ne yazık ki anne olamıyor. Bu bahsimiz hârici.) Annem, beni dokuz ay karnında taşımış, hamileliği boyunca mide bulantıları yaşamış, yatağında rahat uyuyamamış ve daha neler yaşamış. Doğumdan sonra yaşadığı sıkıntılara girmiyorum bile. Ben şimdi nasıl bu doğum günümde annemi aramayıp ondan helâllik almayayım? Soruyorum sizlere, vicdanım buna nasıl el versin? Bu düşüncelerden sonra annemi aradım. Ondan helâllik isteyip dua ettim, duasını aldım ve ona “ İyi ki doğdum değil, iyi ki doğurdun anne!” dedim. “Evet, iyi ki doğurdun anne! Zira sen bu dünyaya gelme vesilemsin!” Annem bu değişik tabir karşısında hem mutlu oldu, hem de duygulandı.
Evet, “Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur.” buyuruyor Bediüzzaman Hazretleri. Gerçekten de öyle değil mi? Ömür sermayemiz o kadar az ki. Otuz dört senem geçti bile. Geçen zaman sanki bir hayal, bir an gibi geliyor bana. Hayat çok garip değil mi? Bundan sonra ne kadar yaşayacağım belli değil. Yarına çıkacağımın dahi garantisi yok. Bu yüzden yaşadığım ânın kıymetini bilmeli ve her daim şükretmeliyim. Geçmişten intikam almanın en güzel yolu da ânı güzel yaşamaktır. Zira biliyorum ki “Güzel gören güzel düşünür; güzel düşünen hayatından lezzet alır.” Vesselam…