Sarayı terk etti İbrahim Ethem,
Bıraktı tacını etmedi sitem,
Dünya malı için tutulmaz matem,
Sultanlık sarayda, köşkte değildir.
Yeryüzünde ne sultanlar, ne şahlar, ne padişahlar geldi geçti, ne muhteşem saraylar, köşkler, mâlikâneler, medeniyetler kuruldu, yıkıldı. Bugün toprağın altından çıkan tarihî eserlerde öyle saray kalıntıları bulunuyor ki, ihtişamı ile insanı şaşırtıyor. Ama bakıyorsunuz, ne o sarayların, hazinelerin, ihtişamın sahipleri var, ne de saltanatları ayakta duruyor. Bu durum Yunus Emre’ye, “mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi” sözünü söyletmiştir.
Hazreti Süleyman’a (as) öyle bir saltanat verilmiş ki, insan, cin, hayvan ve rüzgâr bile Allah`ın izniyle onun hükmüne tâbi idi. Cenab-ı Hak ona, hem peygamberlik, hem hükümdarlık vermiş, ilim ve hikmet sahibi yaparak diğer insanlardan üstün kılmıştı. O da buna mukabil, iyi bir kul, mütteki bir mü’min olarak yaşamış, adaletle hükmetmiştir. Günü geldiğinde de, malı, mülkü, saltanatı dünyada bırakarak Rabbine dönmüştür. Sahip olduğu muhteşem saltanatın esas sahibi değil, emanetçisi olduğunu göstermiştir. “Dünya Sultan Süleyman’a bile kalmadı” sözü, onun arkasından söylenmiş, bir atasözü olarak bugüne kadar gelmiştir.
Bizim tarihimizde de “Muhteşem Süleyman” unvanı ile anılan Kanunî Sultan Süleyman yaşamış, Osmanlı İmparatorluğu’nun en ihtişamlı dönemini yaşatmış, 46 sene cihan devletinin padişahı olarak hüküm sürmüştü. Düşmanlar kendisinden aman dilemiş, krallar kendisinden yardım istemişti. Almanlara esir düşen Fransa kralı Fransuva için Şarlken’e yazdığı mektubundaki şu satırlar, tarihe onun ihtişamıyla atılan bir imza olarak geçmiştir:
“Ben ki, sultanlar sultanı, hakanlar hakanı, hükümdarlara taç giydiren, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi ve atalarımın fethettiği Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Karaman’ın ve Rum’un ve Dulkadiroğluları Vilayeti’nin ve Diyarbekir’ın ve Kürdistan’ın ve Azerbaycan’ın ve Acem’in ve Şam’ın ve Haleb’in ve Mısır’ın ve Mekke’nin ve Medine’nin ve Kudüs’ün ve bütün Arap memleketlerinin ve Yemen’in ve daha nice ülkelerin ki, büyük atalarımın Allah kabirlerini nurlu etsin karşı konulmaz kuvvetleriyle fethettikleri ve benim muhteşemliğimle de ateş saçan mızrağımın ve zafer getiren kılıcımın gücüyle fethettiğim nice memleketlerin sultanı ve padişahı olan Sultan Bayezid Han oğlu Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han’ım...”
Bu satırların sahibi “Muhteşem Süleyman” da, yetmiş iki yaşında, sahip olduğu ihtişamı dünyada bırakıp ahirete göçtü. Çünkü o da saltanatın sahibi değil, bir emanetçisiydi.
“Bu dünya bir padişaha çok, iki padişaha az gelir” diyen Yavuz Sultan Selim de, kırk dokuz yaşında, “şirpence” denilen bir çıban vesilesiyle Hakk’ın rahmetine kavuştu, emaneti sahibine teslim edip dünyadan göçtü.
Cenabı Hak, bu kâinatı yaratmış, insanı da emaneten dünya sarayına halife olarak tayin etmiştir. Dünyada hiçbir makam ebedî olmadığı gibi, dünya dahi ebedî bir mekân değildir. Dünyanın da ömrü, kıyamete kadardır. O gün geldiğinde, dünya da içindekileri boşaltacak, harab olarak ahirete tebdil olacaktır.
İnsanın sahip olduğu vücut sarayı da insana bir emanettir.
İnsan Allah’ın takdir ettiği bir zamana kadar vücut sarayında misafir edilir, ondan sonra emaneti sahibine teslim edip, ahiret âlemine göçüp gidecektir.
O halde, dünyanın saltanatına, şatafatına, saraylarına, köşklerine, makam ve mevkisine aldanmaya gerek yoktur. İnsan sultan da olsa, şah veya padişah da olsa, sahip olduklarının emanetçisidir. Bir gün emanetleri teslim ederek bu dünyadan gidecek, ahirette de, dünyada sahip olduklarının hesabını verecektir.
Rabbim o hesabı kolay verenlerden eylesin. Amin...