Bu konuyu bize ders veren Üstad Bediüzzaman’a ait gayet vurucu ve mânidar bir vecize var. Söze onunla başlayalım.
Diyor ki: “Fıtrî meyelan, mukavemet-sûzdur. Bir avuç su, kalın bir demir gülle içine atılsa, kışta soğuğa mâruz bırakılsa, meyl-i inbisat demiri parçalar.” (Sünûhât: 73)
Bu, kısaca şu demektir: Fıtrî olan meyil, akış, eğilim, gelişme, inkişaf..., önünde aşılmaz bir engel-mani-mukavemet tanımaz.
Yani, önüne gelen her engeli bir şekilde aşar, deler, geçer. Meselâ, su gibi kendi mecrâsında akar gider; bazı hallerde ise, demiri bile parçalar.
Demek ki, en hayırlı, en sağlam ve en selâmetli bir muvaffakiyet için, fıtrî seyir ve meyelân kànununa riayet ederek gitmeli.
*
Fıtrî seyir ve meyelânın çarpıcı bir başka misâli de, toprağa düşen tohumların, çekirdeklerin inkişaf tablosunda görünüyor.
Toprak altında filizlenen bir tohumun yumuşacık kök ve damarları, nisbeten çok daha sert olan taş ve toprağı deler geçer.
Tohumların toprağı yarması, iki sûretle oluyor. Bir yandan köklerini derinlere salarak kendisi için lâzım olan âb-ı hayatı ararken, bir yandan da üzerindeki toprak tabakasını başıyla yararak gün yüzüne çıkmaya çalışıyor.
Cenâb-ı Hak, tohuma öyle bir fıtrî meyelan vermiş ki, hayatını ve neslini idame ettirmek için hiçbir engel tanımıyor. Yahut, hayatiyeti için lâzım olan herşey, ona musahhar oluyor.
*
Fıtrî seyir içinde gerçekleşen doğumların gebelik süresi 9 ay 10 gündür. Bir başka ifadeyle 40 hafta veya 280 gün.
Bu sürenin dışında gerçekleşen doğumlar risklidir: Sakat, özürlü, gelişimi tamamlayamamış, prematüre, vesaire...
*
Şimdi, fıtrî meyelâna dair halkayı biraz daha genişleterek konuyu işlemeye devam edelim.
Milletin tekâmülü, ancak hürriyet ve meşrûiyet içinde kalmakla, ancak hukuk ve kànun dairesinde hareket etmekle mümkün olur. Aksi halde, sağlıklı ve huzurlu bir gelişmeden söz edilemez. Söz edilse bile, bununla övünülmez.
Gelişmenin, tekâmülün merkezinde “insan” unsuru olacak. Tıpta, teknolojide, kültür ve medeniyet sahasındaki bütün gelişmelerde, öncelik insana ait olacak.
Zira, başka türlü gelişmelerin, yani insanı merkeze almayan, ya da ferdî hakları geri plâna iten arayış ve tekliflerin tadı tuzu olmaz. Bunlarda nur olmadığı gibi, huzur da bulunmaz.
Demek ki, öncelik “insan” unsurunda olmalı. İnsan, her türlü tekâmülün merkezine alınmalı.
İnsanlar arasındaki münasebetler ise, kànun hakimiyetine dayanmalı. Herkes kànun önünde eşit olduğu gibi, aynı zamanda başkasına karşı da hür ve serbest olmalı.
İnsan, kendisine ve başkasına zarar vermemek şartıyla, şahane bir şekilde hür ve serbest hareket edebilmeli.
Kabiliyetlerin gelişimi, istidatların tekemmülü, ancak bu sûretle mümkün olur. Esasında, hayatın haz ve lezzeti de yine bu sûretle alınabilir.
Yaratılıştaki sır ve hikmet, insanda mevcut kabiliyetlerin iradî bir serbestlik içinde inkişaf etmesini gerektirir.
Fıtratın kànunları, “taallüm ile tekemmülü” icap ettirir. Yaratılışın sırr–ı hikmetini bilmeyen gafiller ise, bu fıtrî tekâmülü engellemeye çalışır. Fıtrî gelişmenin önüne takoz koyar. Sosyal hayat çarklarının uyum içinde dönmesini zorlaştırır. Hatta, bazan bu çarkların dişlilerini kırmaya kadar işi ileri götürür.
Böyle yapmakla, bunlar hem kendilerine, hem de içinde bulundukları topluma büyük zarar verirler.
Hayvanlarla bitkilerin dizginleri Yaratıcı’nın elinde. Bunları serbest bırakmamış. İnsanlar ise, dizginsiz bırakılmışlar. Bu sebeple, insanın vahşisi, vahşi bir canavardan bile çok daha muzır ve tehlikelidir.
Böyledir insan: Meleklerin de üstüne çıkabilir, hayvandan da yüz derece aşağıya düşebilir.
Fıtrat kanunlarına, yani fıtrî meyelâna uyulduğu takdirde, insan için mânen âlâ-yı illiyyine kadar yol açık olduğu gibi, maddeten de her türlü engeli aşabilecek ve yaptığı hizmetleri kademe kademe inkişâf ettirecek şansa-imkâna sahip olabilir demektir.