Anayurt, yahut anavatan, beşer âleminde çok yüksek değer atfedilen yer, diyâr, mahal, mekân, memleket mânasına gelir.
Baba ocağı, genellikle yaşanılan ev, bark, mesken, mülkiyet gibi mânaları ihtiva ederken, anavatan ise, çok daha geniş coğrafyayı hatıra getiriyor.
Buna göre, “ana” ile başlayan yurt ve mekânlar daha geniş ve daha yüksek bir değeri ifade ediyor.
“Ana”nın en büyük özelliği ise, onun doğurganlık vasfında gizli. Doğum hadisesi ise, önü sancılı, ardı ise şefkatlidir. Sancı, aynı zamanda yeni bir doğumun müjdesidir. Sancı nöbetlerinin sıklaşıp şiddetlenmesi, doğumun da yakınlaştığını haber verir.
★★★
Annelerin doğum sancısı, nasıl bir hayatın başlangıcına vesile oluyorsa, bilâ teşbih, dünya coğrafyası üzerindeki sancılanmalar da yeni bir doğuşun habercisi hükmüne geçiyor.
Meselâ, Anadolu Selçuklu Devletinin şiddetlenen sancısı, bir süre sonra ortaya beyliklerin çıkmasına vesile oldu. Onların içinden bir tanesi olan Osmanlı Beyliği, kısa süre içinde serpilip boy vererek selefinin yerini aldı.
Koca bir çınar gibi etrafa dal budak salan Osmanlı Devleti de, altı asır sonra yine şiddetli sancılarla yeni bir doğuşun sinyallerini verdi. Mutlakiyetle yönetilen Osmanlı, önce tanzimat, ardından meşrutiyet ve hürriyet hareketleriyle tanış oldu. Nihayet, iç ve dış baskılardan gelen sancıların zirveye çıkmasıyla, tam olgunlaşmamış bir cumhuriyet idaresinin doğumunu netice verdi.
★★★
Dünya genelindeki cumhuriyetler, esas itibariyle hürriyet ve demokrasiye hamiledir. Aksi halde kısır kalır.
Ne yazık ki, bizdeki cumhuriyet rejimi, çeyrek asır boyunca hem kısır, hem nâkıs kaldı. Ne hürriyetin, ne de demokrasinin doğumuna bir türlü izin vermedi.
Ama şu bir realitedir ki: Cumhuriyet Türkiye’si ya demokrasiye geçecekti, ya da içten içe çürümeye yüz tutacaktı.
Neyse ki, çalkantılı da olsa 1950’de demokrasiye kısmen geçiş yapıldı. Tam olarak demokrasiye geçilemediğinin en açık göstergesi, demokrasinin canına kast eden 1960-80 darbesi ile 1971 muhtırasıdır. Bu ihanetler yüzünden, bizdeki demokrasi henüz toparlanıp da kendine tam gelebilmiş değil. Zira, darbelerin etkisi ve kanunî tasarrufları büyük ölçüde hâlen de devam ediyor.
Şahıs merkezli siyasetlerde de bir nevi diktatörlük hali mevcut olduğundan, darbe tasarruflarına hürriyet ve demokrasi gözlüğüyle bakılamıyor, hatta o zaviyeden bakılmak bile istenmiyor.
Demek, bizdeki demokrasi henüz sıhhatine kavuşamamış bir durumda iken, hürriyetin doğum tarihi ise, hâlâ belirsizliğini koruyor. Ama, hiç kaçarı yok, günün birinde hakiki hürriyetin doğumu da inşallah müyesser olacak.
★★★
Evet, şeklen de olsa bir cumhuriyetimiz var. Osmanlı’nın yüz yıllık borcunun (Düyûn-u Umumiye) son taksidi 1954’te ödendiğine göre, demek ki, Cumhuriyet, Osmanlı’nın varisi ve mirasçısıdır.
Normal şartlarda Cumhuriyet’in ikiz çocukları, hürriyet ve demokrasidir. Peşpeşe doğmaları gerekiyor. Ne var ki, bizdeki bu doğumlar, Osmanlı’da, Cumhuriyet döneminde de normal şekilde tahakkuk etmedi.
Osmanlı’da, adına meşrutiyet denilen demokrasinin kabulu 1876’da gerçekleşmesine rağmen, iki sene sonra bir bahane ile rafa kaldırıldı ve 30 yıl boyunca rafta bekletildi. 1908’de, nazenin meşrutiyet, ancak hürriyetin ilânıyla birlikte tekrar çalıştırılmaya başlandı. Bu da gösteriyor ki, hürriyet ile meşrutiyet, birbirinin ikiz kardeşi gibidir. Biri olmadan diğerinin de cemâli tam olarak temaşa edilemiyor. Bir başına kaldıklarında, boynu bükük halde duruyor.
Evvel-âhir dilek ve duamız şudur: İdeal bir yönetim tarzı olan cumhuriyet devam etsin. Cumhuriyete değer katan demokrasi bir an önce sağlığına kavuşsun. Ve, hasretle beklediğimiz hürriyet, nefes darlığı çeken fikrî ve içtimaî hayatımıza teşrif edip bir güzel teneffüs ettirsin inşallah.