Başımdan geçen bazı olaylarla Şahs-ı Maneviye’nin ehemmiyetini ikrar etmemi anlatacağım, izninizle.
Şöyle ki: Risale-i Nurlar’ı ilk (2006) okumaya başladığımda, her konuyu hemen anlayamıyordum. “Anladım” dediğim cümleler ve konuları daha sonra bir daha okuduğumda, “aaa bunu da mı demek istemiş?” diye hayretler içinde kalıyordum.
O aynı konuyu bir ağabeyden dilediğimde ve “burada bunu da demek istemiştir” dendiğinde; daha da hayretler içinde kalıyordum.
Dar aklımın daha dar olduğuna şahit oluyordum. Sonra bu ağabeylere daha çok ehemmiyet vermeye başladım. Onlar sayesinde daha iyi Risale-i Nur’u anlıyordum. İş gereği şehir değiştirmek zorunda kaldım.
Başka ağabeylerle tanıştım, aradığımı bulmuştum. Bir tanesi duâ küpü, konuşmasa, yanımda nefes alsa yetiyordu. Diğeri dağ gibi, deniz gibi. Her sualime Risale-i Nur’dan tarihî ve mantıkî cevaplar alıyordum. Bir gün duâ küpü ağabeyim ahirete göçtü (Allah rahmet eylesin), diğerinden de yine şehir değişikliğim sebebiyle ayrıldım.
Uzattığımın farkındayım. Zamanla bu ağabeylerin güneşe bakan birer ayine olduğunu anladım.
“Meselâ, hararet ve ziya sana bir âyine vasıtasıyla gelir. Sen de, güneşe karşı minnettar olmaya bedel, âyineyi masdar telâkki edip, güneşi unutup, ona minnettar olmak divaneliktir. Evet, âyine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır. İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir, Cenâb-ı Hak’tan gelen feyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır.” (17. Lem’a)
Risale-i Nur’da bu metni kaç defa okudum bilemiyorum. Ancak şimdi şimdi anlamaya başlıyorum. Ağabeylerin bu âyinedarlığına sahipken, onlardan uzaklaşmak ya da kaybetmekle bir başka ağabeye yapışıyordum.
Şimdilerde ise ağabeylerin bazen çok iyi bir ayine olduğunu görmekle birlikte her zaman bir enaniyetinin de olduğunu fark etmem uzun zaman aldı.
“Çünkü enâniyeti okşar, gurura sevk eder. Kendini kapıcı iken padişah zannettirir. Hem kendi nefsine de zulmeder. Belki bir nevi şirk-i hafîye (gizli şirk/küfür) yol açar.” (17. Lem’a)
Sonra şöyle bir tokat yedim. Bir ağabey şöyle dedi, bir ağabey böyle yorumladı derken; bir ağabey de “yeter artık, ağabey, ağabey, ağabey; istişare ettiniz mi, meşveret kararı ne, Şahs-ı Manevi ne diyor?” diye sarstı beni.
Elhamdülillah çok şükür kendime geldim.
Hem şirk-i hafîye düşmekten kurtuldum, hem de ağabeyimi padişahlıktan azledip kapıcı olduğunu bildim. Âyine lâzım, ama asıl güneşi görüp divanelikten kurtuldum.
“Madem o hadsiz mahbubat fânidirler, beni bırakıp gidiyorlar; onlar beni bırakmadan evvel ben onları “Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî” demekle bırakıyorum. (3. Lem’a)