“Nur’un Yirmi Birinci Lem’a-i İhlâs’ında izah edildiği gibi, haklı şûrâ ihlâs ve tesanüdü (dayanışmayı) netice verdiğinden, üç elif yüz on bir olduğu gibi, ihlâs ve tesanüd-ü hakikî ile, üç adam yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın, hakikî ihlâs ve tesanüd ve meşveretin sırrı ile bin adam kadar iş gördüklerini çok vukuat-ı tarihiye (tarihî olaylar) bize haber veriyor.”
Bu çok manidar cümlelerde iç içe geçmiş derin mesajları ifade edecek şekilde kullanılan anahtar kelime ve kavramları “ihlâs, tesanüd ve meşveret” olarak özetleyebiliriz.
Bunlar birbirini tamamlayıp güçlendiren üç temel prensip. Hakikî bir tesanüd ve dayanışma, sadece Allah rızası için bir araya gelen ve birbirlerini Allah için sevip, yine Allah yolundaki hizmetler için omuz omuza veren insanlar arasında tesis edilebilir. Bunların dışında başka hesapların araya girdiği ilişkilerde gerçek bir dayanışma olmaz; geçici ve konjonktürel birliktelikler, bazan basit ve sıradan sebeplerle, kısa zamanda dağılma riski taşır.
Samimî bir tesanüdün başarılması, mensuplarının iç dünyalarındaki ihlâsı ve samimiyeti kuvvetlendirir. Böyle ihlâsa dayalı bir tesanüd ve dayanışmayı koruyup geliştirerek devam ettirebilmenin yolu ise, “haklı şûrâ” olarak ifade edilen prensibi hakkıyla yaşayıp hayata intikal ettirebilmekten geçer.
Peki, neden düz bir ifadeyle “meşveret, şûrâ, istişare” demek yerine “haklı şûrâ” tabiri tercih ediliyor? Bunun hikmeti ne olabilir?
Burada da çok önemli incelik ve nüanslar var. Bir defa herşeyden önce istişarelerin münhasıran hakkı bulma niyet ve kastıyla, görüşülen konuda en doğru ve isabetli karara varabilmek amacıyla yapılması gerekiyor.
Bunun için, müzakere edilen husustaki ana çerçeveyi belirleyen ölçü ve prensiplerin esas alındığı bir zeminde, her fikrin doğru bilgilere dayalı olarak hür bir şekilde—yapıcı ve samimî bir üslûpla—ifade edilip saygı gördüğü, herkesin ifade edilen fikirlere önyargılardan uzak bir şekilde odaklanıp onlardan en doğru ve sağlıklı sonuçları çıkarmaya çalıştığı dinamik bir katılım ortamının sağlanması şart.
Bu noktada düşünce ve ifade hürriyeti son derece hayatî ve kritik bir öneme sahip.