İnsan bazen dayanılmaz görünen baskıların hedefi haline gelir. Bazen hayattan usandıran zulüm ve haksızlıklara mâruz kalır. Bazen türlü dert ve sıkıntıların üst üste geldiğini görür.
Bu gibi durumlarda, iman ve iradesi zayıf olanlar takattan düşer. Kendini kaybeder. Öyle ki, ne yaptığının farkında bile olmaz. Çünkü, kişi kendinde değil. “Min gayr-i haddin” bir vaziyetin içine düşmüştür.
İşte, işlenen kanlı cinayetlerin veya teşebbüs edilen intihar vakalarının mühim bir kısmı bu gibi hallerin bir neticesi olarak vukûa gelir.
*
Allah kuluna zulmetmez. Ona haksızlık yapmaz. Onun taşıyamayacağı yükü yüklemez. Ona dermansız dert vermez.
Bütün bunlara hiç tereddüt dahi geçirmeden iman ediyoruz. Öyle değil mi? Bize âyet ile bildirilen “Lâ-taknatu…” ve “Lâ-yükellifullahu…” fermânı, bu hakikati bize kat’î bir sûrette ders vermiyor mu? Elbette ki, öyle…
O hâlde, şu dünya hayatında taşınmaz dert, sıkıntı, yahut dayanılmaz dert, keder, zulüm, baskı yok demektir.
Hani, ben sen dayanamıyoruz, yahut katlanamıyoruz; o baka mesele… Ama, nasıl ki açlık-rızıksızlık öldürmüyor; belki hırs ve maraz öldürüyor; ayne öyle de, taşınamaz bir dert, yük, ağırlık, zahirde olsa bile, hakikatte yoktur.
Peki, dayanılmaz gibi görünen zulümlere, baskılara, haksızlıklara, yahut açlıklara, fakr û zarûrete karşı nasıl dayanılabilir, bunlara katlanmak nasıl mümkün olabilir? Cevabı bulunması gereken asıl mesele budur. O halde, biz de bu cân alıcı meselenin izahın, cevabını bulmaya çalışalım.
*
Bizler sıradan insanlar olarak, bu zamanda ne kadar zahmet-meşakkat çekersek çekelim, ne derece sıkıntıya düşersek düşelim, imân kurtarmada ve imâna hizmet dâvâsı uğrunda en ağır bedeller ödeyen Bediüzzaman Hazretlerinin çektikleri karşısında yine de hafif kalır. Buna rağmen, o mübarek zât, yine de hiç şekvâcı olmamış, hayatının her safhasında sabretmiş ve sabır içinde şükretmeye devam etmiş.
Meselenin tam bu noktasında, kendisinin görmüş olduğu insanlık dışı baskı ve tazyikat karşısında nasıl nidâ ettiğine bir bakalım. Emirdağ Lâhikası isimli eserin başlarında yer alan bir mektupta kardeşlerine şunu ifade ediyor: “Kardeşlerim! Asılsız evham yüzünden, emsâlsiz bir tarzda hürriyetimin kayıtlar ve istibdatlar altına alınması, beni hayattan cidden usandırıyor. ...Evet, emsâlsiz bir tazyik altındayım.” (Age, s. 18)
Lâhika mektupları ve müdafaalarında buna benzer daha başka ifadeler de var. Yani, başta kendisine ve talebelerine yönelik olarak o “mutlak istibdat” döneminde “tarihte emsâli görülmemiş bir eşedd-i zulüm ve tazyikat” ile muamele edildiğini, hem kendi ifadelerinden, hem yanındaki talebelerinin hatıratından, hem sair görgü şahitlerinin naklettiklerinden, hem de gazetelerin arşivindeki haber ve yorumlardan anlıyoruz.
Ama, bütün bunlara rağmen, Hazret-i Bediüzzaman, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine “emsâlsiz bir sabır ve tahammül kuvveti”ni kendisine ihsan etmiş olduğunu hem adı geçen kaynakta, hem daha başka bahislerde, bunları bir eser-i inayet ve rahmet olarak tekraren ifade ediyor.
İşte, şu ifade de onlardan biri: “İnayet ve hıfz-ı İlâhî, bana bir sabır ve tahammül verdi. Emsâlsiz bu işkence, bu tazyik, beni onlara dehâlete mecbur etmedi.” (Emirdağ Lâhikası, s. 168)
*
Netice itibariyle, başımıza ne gelirse gelsin, ne tür bir zulüm, baskı ve haksızlığa maruz kalırsak kalalım, pes etmek yok. Belki, o emsâlsiz zulüm ve tazyikata mukabil, biz de, bize ihsan edilen ve imandan gelen o “emsâlsiz sabır ve tahammül” kuvvetiyle mukabele etmemiz lazım geliyor.
Evet, sabır çok kuvvetli bir silâhtır. Beşerî olan hiçbir silâh ve mühimmat, o sabır kuvvetine galebe çalamaz ve o sabır kalesini yıkıp teslim alamaz.