Eski tâbirle “Devlet, kalem ve kılıç üzerinde” şeklinde tarif ediliyor.
Malzeme değişse bile, aynı mânâ günümüzde de devam edip gidiyor.
Burada “kalem” ile fikir, düşünce ve yönetim politikaları kast edilirken; “kılıç” ile de, devletin iç ve dış güvenliğinin sağlanması mürad edilmiş oluyor.
Dolayısıyla, bu iki unsurun olmadığı bir yerde “devlet”in varlığından söz etmek mümkün görünmüyor.
* * *
Devletler ve milletler arasındaki savaşların hüküm sürdüğü devirlerde, “kılıç” tâbiriyle kast edilen ordu, asker ve silâhın ehemmiyeti öne çıkıyordu.
Ülkelerin savunma politikaları itibariyle meseleye bakıldığında, bu “kılıç” unsurunun hiçbir zaman küçümsenmemesi gerektiğini bilmek ve kabul etmek lâzım.
“Savunma” işi haricinde üretilen ve kullanılan bir silâh ve askerî güce, günümüz veya gelecek perspektifi itibariyle bakıldığında ise, reel veya rasyonel durum bir hayli faklılık arzediyor.
Eski ile yeni arasında farklılık gösteren durum, kısaca maddelerle şudur:
* Özellikle İkinci Dünya Harbinden sonra, ordu ve silâh gücüyle, hiç bir ülke hiç bir yerde kalıcı şekilde huzuru, sükûnu, barışı, güveni sağlayabilmiş değil.
* Aynı şekilde, hiç bir devlet kendi yüksek “ateş gücü” ile başkasına ait toprakları işgal edebilmiş, yahut askerî işgaline “uluslararası hukuk plâtformları”nda meşrûiyet kazandırabilmiş değil.
* “Soğuk savaş”ın bitiminden, “Demirperde”nin kırılmasından ve bilhassa Kızıl Ordu’nun dağılmasından sonra, ülkeler arası güvenlik politikalarının gergin hale getirilmesinin asıl sebebi “pazar payı” ile bağlantılı olarak sürdürülen “ticaret hedefli”dir.
Yani, global ölçekli silâh üreticileri ve onlarla entegre şekilde çalışan baronlar, devamlı sûrette ortamı germeye çalışıyorlar.
Bunlar, etkili propagandalarla başka ülkeleri ve toplulukları, adeta “Savaş çıktı-çıkacak” psikozu içine sokarak, ağır ve pahalı silâhlarını satıp pazarlama derdindeler. Kezâ, bunlar ABD ile K. Kore arasındaki plânlı gerilim gibi, Ortadoğu’da aralıksız şekilde pompalanan güvenlik endişesi ile, aslında petrol zengini ülkelerin bütçesine ortak olma başarısını sürdürüyorlar.
Bütün bunları düşünürken, devamlı şeklinde zihmizde çağırışım yapan şu altın söz ile konuya nokta koyalım: “Devletler, milletlerin hafif muhârebesi, tabakàt-ı beşerin şedid olan harbine terk-i mevkî ediyor.” (Bediüzzaman; Sözler-Lemeât: 650)
Yani, silâhlı ordu savaşları, yerini siyasî, iktisadî, ticarî, vb. savaşlara bırakıyor.
***
GÜNÜN TARİHİ 6 Ağustos 1945
Hiroşima, Nagazaki...
Japonya’nın Hiroşima adasına 6 Ağustos 1945’te atom bombası atıldı.
Amerikalılar tarafından Japonya’nın Hiroşima şehrine atılan bu ilk atom bombası, bir bakıma İkinci Dünya Savaşının da sonunu hazırlamış oldu.
Havada iken patlatılan bomba, 20.000 TNT (dinamit) gücünde. Yaklaşık 10 kilometre karelik alanı yerle bir eden bombanın etkisiyle 66 bin kişi öldü, 69 bin kişi de yaralandı.
Birinci bombanın üzerinden üç gün geçtikten sonra, bu kez Nagazaki’ye atılan ikinci bir atom bombasından sonra, Japonya mağlûbiyetini ilân etti ve II. Dünya Savaşı bu suretle—önce Şark’ta, ardından Garp’ta—sona ermiş oldu.
Japon adalarına atılan bu atom bombalarının, insan ve sâir canlılar üzerindeki öldürücü, yahut sakat edici etkisi yıllarca devam etti.