Başlıktaki suâlin en kısa, en net cevabını kaynağından vererek mevzuya öyle devam edelim.
Evet, suâl şu: Neden şûrasız, istişaresiz, meşveretsiz olmaz, yahut olamaz?
Çünkü, Kurân’da “şûra” emredilmiştir.
Şûrâ Suresi 38. Âyetinde, İlâhî buyrukla “Ve emruhum şûrâ beynehum” denilmiştir.
Kezâ, Ali İmran Suresi 159. Âyetinde yine İlâhî emirle “Ve şâvirhum fil emr” denilmiş.
İşte, bu İlâhî emirlere her mü’minin, her müslimin mutlaka ve mutlaka riayet etmesi gerekiyor. Onun için şûrasız-meşveretsiz olmaz-olamaz diyoruz.
*
Şûrâ’nın, hâliyle bir esas yönü, bir de usûl yönü vardır. Bilhassa usûl cihetine ne kadar riayet edilirse, neticesi de o nisbette güzel, makbul ve semeredar olur.
Ne var ki, fertler ve gruplar gibi geniş topluluklar da şu dünya hayatındaki “tekâmül kànunu”na tâbi olduğundan, ihdas edilen bir şûranın işleyişi de ancak zamanla tekâmül ederek güzelleşir. Öyle birden tekâmül edip de mükemmel bir netice hâsıl olmaz. Öyle bir beklenti yanlıştır. Zira, o takdirde Adetullaha-Sünnettullaha bir aykırılık vaziyeti hâsıl olur.
*
Peki, meşveret ve şûra nedir, bu hususları nasıl görüp anlamalıyız?
Ehil ve liyâkatli kimselerin, bir veya birden çok meselenin konuşulması, müzakere edilmesi maksadıyla toplanmalarına “şûra” denir.
Şunu da hiç hatırdan çıkarmamalı ki, şûra gerçeği, aynı zamanda hürriyet hakikatini, meşrûtiyet sistemini ve içtimaî meselelerin bir “meclis-i âliyye” marifetiyle görüşülüp halledilerek yürütülmesi sistemini, yahut mekanizmasını gerektiriyor.
Hutbe-i Şâmiye isimli eserin “Altıncı Kelime” faslında şu hakikatli ibareleri okumaktayız: “Müslümanların hayat-ı içtimaîye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyedir. ‘Veemrû şûra beynehûm’ âyet-i kerimesi, şûrayı esâs olarak emrediyor.”
Esas olarak emredildiğine göre, sizin bağlı olduğunuz, yahut sizi bağlayan bir şûrânın olması kaçınılmaz hâle geliyor. Yani, bu Âyet-i kerîme, meşveret ve şûrayı emrettiğine göre, arada bir hatalı duruş veyahut yanlış bir karara rastlanılsa bile, şûrânın işleyişine yine de karşı gelmemeli, meşvereti terk etmemeli. Zira, haklı şûra ve meşveret-i şer’iye hatada karar kılmaz ve sürekli şekilde yanlış kararlar almaz. Şûranın mânâ ve mahiyetinden bunu anlıyoruz.
Kaldı ki, böyle bir şûrânın yanlış kararına (ki, ona uymanın da bir sevabı var; doğru ise şayet, sevap iki misline çıkıyor) fert bazında yine de muhalefet etmemeli, ona aksi mukabelede bulunmamalı, onunla muaraza cihetine gitmemeli. Daha açık bir ifade ile “emredilen şûra”nın ruhunu incitmemeli, onu zaafa uğratacak söz ve davranışlardan imtina etmeli.
*
Konuyu toparlama noktasında şunları söylemek mümkün: Bütün eksik, hata ve kusurlarıyla birlikte teşekkül etmiş, yahut ettirilmiş bir şûrayı beğenmeyen kimse, yine de meşveretsiz-şûrâsız kalmamalı.
Evet, ey aziz! Hakta sebat, isabetli ve istikametli hizmetler için, kişi, ya daha iyi bir meşveret ve şûrayı bulup göstermeli, ya da çâr-nâçâr mevcut şûrâya kanaat etmeli.
Şayet, bunların hiçbirini tanımayarak hodserâne (kendi başına) giderse, yine de kendi bilir; amma, fikir ve kanaatimiz odur ki, böyle yapmakla, kişi daha iyi bir formül bulmuş veya daha kârlı bir yol seçmiş olamaz.
“Şûra” aynı zamanda toplanmayı, yani “içtima” etmeyi gerektiriyor. O halde, içtimaî meselelerin mutlaka meşveret edilmesi ve şûrâda konuşulması lâzım geliyor. Evet, şûraya taalluk eden gündem maddeleri herhangi bir ferdî mesele ile sınırlı değil; adı üstünde “içtima”î. Yani, ilgili maddeler ancak içtima halinde görüşülüp konuşulur, mesele enine-boyuna mütalâa-müzakere edildikten sonra konu nihaî bir karara bağlanır demektir.