Bediüzzaman Hazretleri’nin “Kur’an talebelerini ikaz etmek ve aldanmamak için yazılmıştır” diye başladığı, Yirmi dokuzuncu mektup, altıncı risale olan altıncı kısım, şöhret hırsından ve insanların nazarında mevki, şan, şöhret sahibi olma duygusundan bahsediyor.
“Hubb-u cah” denilen bu duyguya karşı özellikle ahireti için çalışanları ikaz ediyor. Talebeleri için en fazla endişe duyduğu husus da budur. Yani din düşmanlarının, Kur’an’a hizmet edenlerin bu zayıf damarından istifade etmeleridir.
Bu his her insanda az ya da çok bulunmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri bu hissin “Ehl-i ahiret için gayet tehlikeli, ehl-i dünya için de gayet dağdağalı” olduğunu söylüyor. Bir çok kötü ahlakın kaynağı, menşei olduğunu da ifade ediyor. Biz inşallah ahiretine çalışanlardan olarak, ahiretimizi tehdit eden bu hissin tehlikelerinden korunma çarelerini aramalıyız. Dünya ehli için bu hissin dağdağalı olması ise, ıztırap, zorluk içinde mutsuz bir ömür geçirmektir.
Özellikle günümüz dünyasında bu hissin tatmin alanı teknoloji ve sosyal medyayla oldukça genişledi. Çok sıradan biri oturduğu yerden şöhret olabiliyor. Yine bu şöhretperestlik hissi için Üstad Hasretleri “hayatını feda eder derecede” şiddetli olduğunu ifade ediyor. Haberlerde görüyoruz, yüksek yerlere çıkıp takipçilerine canlı yayın yapayım derken uçurumdan yuvarlanıp düşüyor. O çok sevdiği hayatı, şöhret olma yolunda verdiği çaba sona eriyor. Yine araba kullanırken bir yandan da sosyal medyada canlı yayın yaparken bir kaza ile son videosunu çekmiş oluyor.
Bu hissi susturmanın çaresi, Allah’ın rızasını kazanmaya çalışmaktır. Bediüzzaman Hazretleri diyor ki: “Rızâ-yı İlâhî, ve iltifat-ı Rahmâni ve kabul-ü Rabbanî öyle bir makamdır ki; insanların teveccühü ve beğenmesi, ona nisbeten bir zerre hükmündedir.” Yani O razı olsa, O beğense yeter. İnsanlar beğenmese de olur diye düşünmeliyiz. Önemli olan Cenab-ı Hakkın bizim hakkımızda ne düşündüğüdür. Bizim kendimizi Ona nasıl gösterdiğimizdir. Başkalarına kendimizi göstermenin bir anlamı yoktur. Eğer “Yapamıyorum, bu hissimi susturamıyorum, ne yapayım?” diyorsak, Bediüzzaman Hazretleri’nin buna da cevabı var. Bu duygunun yönünü ahiret sevabı olan işlere çevirebiliriz. “İnsanların dualarını kazanmak niyetiyle ve hizmetin hüsn-i tesiri noktasında bu hissin meşru bir ciheti bulunabilir” diyor.
Hubb-u cah hissi, Yirmi birinci lem’a’da “İhlas’ı kıran ikinci mâni” olarak yer almaktadır. Bu his “ruhî bir maraz” ve “şirk-i hafî” olarak tanımlanıyor. Yani ruhsal bir hastalık ve gizli şirktir. Peki son olarak bir soru daha soralım. “Bu his Risale-i Nur talebelerine tesir edebilir mi?” Bunun cevabını da yine “ihlâs’ı kıran ikinci mâni” nin devamında buluyoruz. “Mesleğimiz hakikat ve uhuvvet olduğu ve uhuvvetin sırrı, şahsiyetini kardeşler içinde fânî edip onların nefislerini kendi nefsine tercih etmek olduğundan, mabeynimizde bu nevi hubb-u câhtan gelen rekabet tesir etmemek gerektir. Çünkü mesleğimize bütün bütün münafidir. Madem kardeşlerin şerefi umumiyetle her ferde ait olabilir; o büyük şeref-i manevîyi şahsî, hodfüruşâne, rekabetkârâne, cüz’î bir şerefe ve şöhrete feda etmek, Risale-i Nur şakirdlerinden yüz derece uzak olduğu ümidindeyim.” Örnek olarak Üstadın iki kıymetli talebesi için bir diğerine “Onun hattı daha güzeldir, o daha çok hizmet eder” dediğini ve diğer talebesinin kalbine dikkat ettiğinde gösteriş olmaksızın samimiyetle kardeşi ile iftihar ettiğini hatırlayalım.
Demek ki, hem dünyamıza hem ahiretimize ciddi zarar veren bu hissi tesirsiz kılmanın yolu, samimiyet ve sadakatle Risale-i Nur dairesine girmektir. Bir buz parçası olan cüzî enaniyetini bu büyük havuzda eritmektir.