“Söz ola kestire başı/
Söz ola kestire savaşı/
Söz ola ağulu aşı/
Bal ile yağ eder bir söz.”
(Yunus Emre)
Sözün tesiri ile ilgili söylenmiş birçok söz var. Yapılan birçok araştırma ve çalışma… O çalışmalardan birisi de Japon bilim insanı Masaru Emoto’nun yıllar öncesinde su kristalleri üzerinde yaptığı bir deney. Bu deneyde mikroskobik ortamda ve çok soğuk bir odada su kristallerini inceliyor. Tabi öncesinde bir kısım suya iyi ve güzel sözler söylerken bir kısmına da çok çirkin sözler sarf ediyor. Bunun yanı sıra değişik türden müzikler ve değişik duyguları da suya yansıtıyor… Sonucu belki hepiniz biliyorsunuzdur; güzel sözler söylenen su kristalleri tıpkı kar taneleri gibi düzenli ve muazzam bir şekil oluştururken kötü sözler söylenen kristaller oldukça dağınık ve birbirinden kopuk bir şekilde gözlemleniyor. Buradan çıkan sonuç; sözlerin sadece su değil insan üzerinde de etkili olduğu... Çünkü bildiğiniz üzere insan vücudunun dörtte üçü sudan oluşuyor.
Japon bilim adamı Emoto’nun ulaşmış olduğu bu sonuca benzer bir sonucu benim de mesleğimde gözlemleme imkânım oldu. Ben yoğun bakım hemşiresiyim. Ve hastalarımın çoğu birçok kronik hastalığa sahip, genelde solunum cihazına bağlı ve verilen uyutucu ilâçlarla uyur durumdalar. Verdiğimiz komutların hiçbirini yerine getiremiyor, çoğu zaman gözünü bile açamayıp hiçbir konuşmayı gerçekleştiremiyor. Bazen acısının ya da ağrısının olduğunu kaşlarını çatma, çenesini sıkma hareketlerinden anlayabiliyor ve onu sakinleştirmeye çalışıyoruz. Peki nasıl mı? Söz ile… Evet onlarla konuşarak, onlara yaptığımız işlemi anlatarak, onları anladığımızı söyleyerek, onları teselli ederek…
Ve bu hastalar üzerinde uzun zamandır dikkat ettiğim bir husus daha var. Tek kişilik odada kalan hastalarda daha iyi gözlemlediğim o durum da şu: Özellikle vitalleri (tansiyon, nabız, solunum sayısı…) normal değerler dışında seyreden hastaların bakım ve tedavisi için yanına girdiğimde telefonumda ya Kur’ân sesi ya da rahatlatıcı enstürmanal müzikleri hastaların da duyabileceği seste açtım. Bazen buna onlara iyileşmesi için bizim çok çabaladığımızı, kendisinin de güçlü olup çabalaması gerektiğini, canının yandığının farkında olduğumu ve bunların geçeceğini, sadece sabretmemiz gerektiğini, birlikte başaracağımıza inandığımı söyledim. Bunları gerçekten inanarak söyledim. Çünkü biliyorum ki Şafi bir Yaratanın mülküyüz hepimiz. O mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Bizler ise hem O’nun mülküyüz hem memlûküyüz hem de mülkünde çalışanlarız.
Bunları yapmaya başlamamın yaklaşık 3 ila 4. dakikaları arasında taşikardik (nabzın 100’ün üzerinde olması) ya da bradikardik (nabzın 60’ın altında olması) olan hastalarda nabız değerlerinin normal sınırlara döndüğünü, hipertansif (tansiyonun 120/80‘nin üzerinde oluşu) ya da hipotansif (tansiyonun 100/40’ın altında olması) olanların tansiyon değerlerinin normal aralıkta olmaya başladığını, nefes almakta zorluk yaşayan hastaların daha rahat ve normal solunum sayısı aralığında nefes aldıklarını, gergin ve acı çeken yüz ifadelerinin huzurlu bir ifadeye dönüştüğünü hayretle ve şükürle tefekkür edebildim.
İnsanın son kaybettiği duyusunun işitme duyusu olduğunu biliyoruz. Ve hastalarımızın son anına kadar güzel sözlerimizle ve duygularımızla onların yanında olmamız gerektiğini de… Ve oluyoruz. Velhasıl; söz ola…