Osmanlı saltanatına son verilmesi (1 Kasım 1922) ile Osmanlıcanın yasaklanması (1 Kasım 1928), altı sene arayla aynı güne denk getirildi.
Osmanlılar İslâm kahramanıydı; çünkü, İslâmın bayraktarlığını yaptılar. Osmanlıca da, İslâm harfleriydi, Kur’ân harfleriydi; çünkü, Kur’ân’a olan bağlılıkları sebebiyle bu harf ve yazı tarzını tercih etmişlerdi.
Bu nokta-i nazardan bakarak diyebiliriz ki, Osmanlıya düşmanlık, İslâma düşmanlık hesabına geçtiği gibi, Osmanlıca’ya düşmanlık da Kur’ân’a düşmanlık sebebiyle olmuştur. Temel sebep budur. Diğer sebepler bahanedir.
Şimdi, söz konusu iki tarihî gelişmenin seyrine kısaca bakalım:
Saltanatın kaldırılması
Kasım 1922’ye gelindiğinde, Türkiye’de iki başlı bir hükûmet uygulaması vardı. Biri Ankara’da, diğeri İstanbul’da. İki-üç senedir devam eden bu durumun sona ermesi gerekiyordu. Nitekim, öyle oldu. Şöyle ki:
Ankara’da teşkil olunan Büyük Millet Meclisi, 1 Kasım 1922’de tarihî bir karar aldı. Alınan bu karara göre, Hilâfet ile Saltanat birbirinden ayrıldı. Aynı anda Osmanlı Saltanatına ve saltanat sistemine de son verilmiş oldu.
Buna rağmen, İstanbul’da Tevfik Paşa başkanlığındaki Osmanlı hükûmeti çalışmalarına devam ediyordu. Ancak, bu iki başlılık halinin devam etmeyeceği ve bir an evvel bitmesi gerektiği kanaatine varılarak, derhal bir çare arayışına girildi. Bu sebeple, bütün dikkatler Sadrâzam Tevfik Paşa’nın üzerinde toplanmıştı.
Dördüncü kez Sadâret makamına getirilmiş bulunan Tevfik Paşa, 4 Kasım günü kabineyi topladı ve bunun son toplantı olduğunu belirterek, Sultan Vahdeddin’e verilmek üzere istifa mektubunu hazırladığını söyledi.
Tevfik Paşa, böylelikle 623 yıl ömür süren Osmanlı Saltanatının “Son Sadrâzam”ı unvanını almış oldu.
*
Saltanat biterken yaşanan gelişmelerin seyri özetle şöyle oldu:
Anadolu hükümetinin temsilcisi olan Refet (Bele) Paşa, İstanbul’daki işgal kuvvetleri komutanlarıyla bir görüşme yaparak, 4 Kasım günü itibariyle İstanbul’da Büyük Millet Meclisine bağlı hükümet idaresinin başlamış olduğunu söyledi.
Bu tarihlerde Yıldız Sarayı’nda ikamet etmekte olan Sultan Vahdeddin ise, 17 Kasım günü yurdu terk ederek, Osmanlı Saltanatının fiilen nihayete erdiğini dünya âleme ilân etmiş oldu.
Artık Saltanat bitmiş, ama Hilâfet devam ediyordu. 3 Mart 1924’te, tamamen keyfî bir sûrette Hilâfet’e de son verildiği açıklandı.
Yürekleri sızlatan durum şu oldu: Osmanlı hanedanına mensup kim varsa, kundaktaki bebeğe kadar tamamı perişan halde hudut haricine çıkartıldı. Kelimenin tam anlamıyla, insanlık dışı bir muamele idi.
Arapça, Farsça, Osmanlıca yasaklandı
Meclis eliyle çıkartılan 1 Kasım 1928 tarihli bir kànunla, Arapça, Farsça ve Osmanlıca olarak yazılan bilumum harf ve sayılar yasaklandı.
Aynı anda, yeni alfabenin Lâtince olmasına karar verildi.
Böylelikle, yaklaşık bin yıldır gelişerek devam eden bir gelenek bir gün içinde yıkılmış oldu. Tabiî, yıkmak her zaman için kolaydır.
Millet Meclisi’nde 1 Kasım 1928’de kabul edilen söz konusu kànun, 2 gün sonra yürürlüğe kondu ve böylece bin yıllık yazılı tarih, kültür, medeniyet, ilim, irfan birikimi, bir günde adeta yerlebir edilmiş oldu.
Bu tarihten sonra Arapça ile birlikte Farsça ve Osmanlıca harfler bütünüyle yasaklandı ve Lâtince alfabe kullanma mecburiyeti getirildi.
Meclis’in kararıyla başlatılan bu kaskatı uygulama, yaklaşık yarım asır sürdü. Şimdiki durum ise, o zamanki durumdan çok farklı bir noktada. Yasaklar kâğıt üstünde kaldı.
*
Üstad Bediüzzaman, 1935’teki Eskişehir Mahkemesi’nde, Lâtince’nin kabulünden ziyade, Kur’ân harflerine yasak getirilmesine şu sözlerle itiraz ediyor: Lâtin harflerinin kabulü değil; belki, Kur’ân hurûfunun dersinin men’ine yirmi sene evvel bir mahrem risâlede itiraz etmişim.