Hakikatler de insanlar gibi veya eşya gibi isimlerle tarif edilirler.
Bazen hakikati hissettiğiniz halde, adlandıramamış da olursunuz. Tedainin size yakınlaştırdığı herhangi bir ismi takmış olursunuz. Zamanın veya hadiselerin yaptıkları yeni açıklamalarla, taktığınız ismin yanlış olduğunu anlar ve daha doğrusu ile değiştirirsiniz. Zira ne tasavvurlarınız, ne hayâliniz ve ne de ihtiyacınız olan mananın peşinden koşuşturan duygularınız, doğru isim bulmanıza fırsat vermez, acele eder. Tıpkı isim bulmada güçlük çeken genç anne-babanın haftalarca doğmuş bebeklerine isim aradıkları gibi…
Bundan on sekiz-yirmi sene önce, günümüzde kamuoyunun dillendirmeye başladığı “şahs-ı manevî” manasına bir kısmımız “Zübeyrî Çizgi” adını vermiştik. Açıklama ve ricalarla bu kelimenin “Zübeyir Gündüzalp”in ferdiyetine giden bir çizgiyi seslendirmediğini de devamlı ilâve etmeye çalışmıştık. Seriüsseyr zamane çocukları için on beş-yirmi sene az bir süre değilmiş. O kadar büyük değişimler olmuş ki; Bediüzzaman’dan ders alıp bize örnek olacak kahramanların hemen hepsi uçup göçmüşler. Ferdiyetin taassupları parçalanmış, açılan aralıktan faniliğin şiddetli rüzgârlarıyla karşılaşmışız. Zamanın ferdiyet değil, cemaat zamanı olduğunu yüzlerce hadiseler beynimizde “güm! güm!” ederek bizi yaşadığımız çağa çağırıyor. Baki dâvâların fani omuzlara bırakılmayacağını bu günlerde sür’atlice görüp işitmeye başladık.
Zübeyir Gündüzalp’ı Bediüzzaman yanına talebe ve hizmetkâr kabul ederken de diğer talebeleriyle istişare ediyor. Yanındaki talebelerinin istidat, kabiliyet, ahlâk ve tab’larını çok iyi bilen Üstadın onların istihdamlarındaki sahalarla ne kadar ilgili olduğunu, talebelerine yazdıkları mektuplarından detaylıca öğreniyoruz. Günümüz Nur Talebelerinin bir kısmının henüz keşfettikleri ve bir kısmının ise ifrata kaçtıkları ”3. Said Döneminin” müşahhas hali olarak Bediüzzaman’ı gölge olarak takip eden Zübeyir Gündüzalp’in kendisine ait bir renginin, tarzının ve modelinin olmadığını; Risale-i Nur Külliyatı’yla Risale-i Nur’un meslek ve meşrebini bir bütün halinde tahlil ettiğimizde, daha açıkça görebiliyoruz. Talebeleri içinde, Nurlar’ı tanımadan önce en fazla tetebbuatta bulunmuş bir talebesinin, Bediüzzaman’ın veya Risale-i Nur’un rengiyle renklenmesi tam on sene sürmüştür. Zübeyir Gündüzalp’in durduğu yeri tarif etmek isteyenlerin “Zübeyrî çizgi” isim yanılgıları da buradan doğuyor, kanaatindeyiz. Yani Bediüzzaman Said Nursî’yi Risale-i Nur’un pratiğiyle hayatta görmek isteyenler, yanlışlıkla “Zübeyir’in ferdiyetine” takılmış olabilirler. Onun Üstadından sonraki hayatı, sair ağabeylerimize öncü olarak yaptıkları ve Allah’ın izniyle muvaffak olduğu sistem; Zübeyir Gündüzalp’in bütün varlığı ve imkânıyla “Risale-i Nur’un Şahs-ı Mane- visini” oluşturmaya yönelik olduğunu gösteriyor. Üstadımızın vefatından sonra, hizmetkârlarının renk, tarz ve üslûplarıyla rengârenk gül bahçesine dönen Risale-i Nur bahçesinin, tekrar orijinal haline döndüğünü görenler, değişimi şaşkınlık içinde izliyorlar. Bediüzzaman’dan ışıklarını alan o kahramanların gurubu bir taraftan sevenlerini mahzun etse de, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisinin Risale-i Nur Külliyatı etrafındaki yeni teşekkülü, o hüznün çok ötesinde bir ferah ve sürur veriyor, Nur Talebelerine…
Zübeyir Gündüzalp’in Bediüzzaman’dan sonra, tabiri caizse Aydın/Nazilli tarafında bir inzivagâha çekilip Nurlar’dan istihraç ettiği “Hizmet Rehberi”ni Üstadın bütün talebelerini toplayarak ortaya koymuş olması, bu işin ilk adımıydı. Bediüzzaman’ın kendi hayatında, Latin alfabesi sebebiyle ayrılmış bir talebesinin dışındaki bütün talebelerinin Zübeyir’in çağrısına “lebbeyk’” demeleri, bunun delilidir. Artık kişilerin kanaat ve renklerine göre değil, Risale-i Nur’a göre hareket edecek bir Şahs-ı ma- nevî vardır. Ta vefatına kadar içinde bulunduğu hizmetteki bütün kararlarda, ağabeylerin tasdikini aldığından, Nurculuğun şahs-ı manevisine Zübeyir Ağabey’in vefatına kadar, Süfyaniyet nifak eli ulaşamamıştır. Yani masonlar veya Kemalistler birilerini vesile yaparak Nurcular’ın aralarına tefrika koyamamışlardır.
İki Nisan 1971’de Üstadına kavuşmak üzere Süleymaniye Kirazlı Mescit Tepesi’nden yükselerek uçan Zübeyir Ağabey’in rıhletinden tam elli sene sonra; bütün Nur Talebelerinin manevî âlemde o çizgide “o şahs-ı mane- vî“ etrafında bir araya gelmeye başladıklarını görmeye başladığımız bu günlerde, “bir ölür, bin diriliriz” hakikatini gözlerimizle işitmeye başladık.
Zübeyir Ağabeyin hayatını şerh edenler, bize Nurlar’dan bahsetmiş gibi anlatıyorlar. Risale-i Nur’un neşrinde hayatını feda eden Sungur Ağabey için; “Sungur, fena Fin nur!” diyen Bediüzzaman, Zübeyir için “Fena fil-Üstad!” diyecekti. Risale-i Nur’u; bu asrın dinsizlik, imansızlık ve ahlâksızlık yaralarına merhem kabul etmiş herhangi bir şahıs veya cemaatin, Zübeyir Ağabey’in üslûbuna ve tarzına itirazı vaki olmadı ve olamaz da…
Ahirzaman dinsizliğinin “şahs-ı manevilere” bürünerek Âlem-i İslâm’ın harim-i ismetine girmeye başladığı bir zamanda, Zübeyir Ağabeyin tesis ettiği “Kur’ân ve İman Cephesi’nin” şahs-ı manevisine bigâne veya müstağni kalmanın, İslâm’ın bize verdiği şefkat, hikmet ve izzet duygularına uygun gelmediğini hepimiz görüyoruz. Yeteri kadar Nurlar’dan istifade edemeyişimizden, Nurlar’ı mütalâa edenlerin Kur’ânî olan tahkik düsturuna riayet etmemelerinden ve birbirileri arasındaki münasebetlerin tefritte kalmalarından dolayı ortada görünen bazı farklı çizgi ve renklerin de çok yakın bir zamanda giderileceğine inanarak, Ağabeyimize ve diğer ahirete intikal etmiş bütün Nur Talebelerine rahmet dileyerek, yazımızı bitirelim.